Sanayi Devrimi hakkında en rahat söyleyebileceğimiz şey, aşılması mümkün olmayan uçurumlar yarattığıdır.
Bu dönemde her alanda yenilik ve değişim vaat edildi.
Kolaylık en çok pazarlanan kavramdı.
Fakat gelişen iletişim kanalları gündelik hayata bakıldığında çok da sirayet etmemiş gibiydi.
Veya kalabalık nüfustan dolayı bir eve düşen kişi sayısının artmasına rağmen sosyal boyuttaki temas, geçmişe kıyasla azalmaktaydı.
Devlete karşı bir ittifak kurup direnmeye çalışsa da halk, eski gücünü ve umudunu kaybetmeye başladı.
İnsanların eğitim ve bilgiye ayıracak zamanı kalmadı.
Geleceğe dair beklentisi olmadan yaşayan bir toplumun yarattığı tablo, eksilmekte olan bir toplumdu.
Peki bu neden böyleydi ?
Oluşan sınıf farklılığı ve kast sistemi diyebileceğimiz yapı sanayileşme yönelimi ile şekillenmiş olmasına rağmen belirleyici faktör toprak mülkiyetiydi.
Sanayi bölgelerinin belirlenmesi ve o arazilerin bireyselleştirilmesi kolaylıkla gerçekleşiyordu.
Bunun için hak iddia eden kişilerden birinin ikna kabiliyetinin yüksek olması, ekonomik veya politik olarak güçlü olması, din veya devlet adamlarıyla ilişkilerinin olması yeterliydi.
Bireysel alanların çoğalması, sermaye sahipliği, sahiplik kavramını ortaya çıkardı.
Bankaların sayısı artarken, halk yoksullaştı.
Üst sınıfın yaşamına kâr kavramının girmesi için halkın yaşamı asgari ücrete bağlandı.
Bu gidişata yön veren sadece ticaret insanları veya erbaplar değildi.
Devlet yetkilileri, din adamları, eğitimli kişiler ve mülk sahiplerine söz hakkı veriliyordu.
Sömürgecilik hızla kıtaları aşarken küçük burjuvalar etrafta cirit atmaya başlıyor ve herkes için kapitalist bir dünya hazırlıyorlardı.
Modele göre belirli bir gelir düzeyine sahip olmayan herkes yoğun tempolarda ve zor koşullarda çalışmak zorundaydı.
Nüfus ve varlıklı kesim oranının artmasıyla birlikte, tüketim oranının da artması, üretim hızını yavaş ve etkisiz kıldı.
Bu yüzden erkek ve kadın çalışanların yanına çocukları da eklemek, işverenlere göre doğru fakat aslında oldukça ahlaksız bir adımdı.
Bu doğrultuda çalışmaya başlayan çocukların yaş aralığı önce 5, sonra sendikaların karşı çıkışları ve sağlık yasalarının yürürlüğe sokulmasıyla 8 yaşından başlar hale getirildi.
Yetişkinler için ağır olan çalışma koşulları ise çocuklar için çok daha ağırdı.
Genellikle 12 saat ve ek vardiyalardan oluşan mesai saatlerinde çalışan çocuklar, düşük ücretlendirmelerle ailelerine destek olmaya çalışıyordu.
Öyle ki 1800-1850 yıllarında kaydedilen verilere göre çocuk işgücü toplam işgücünün %20-%50’sini oluşturuyordu.
Yasalar gereği madenler 10 yaşından büyük çocukları işçi olarak çalıştırabilirken fabrikalarda bu yaş sınırı yine 5’e kadar düşebiliyordu.
Maden tünellerinde çalıştırılan çocuklar, saatler ve günler boyu toprağın altında kazı ve yol açma işlemlerine yardım ediyorlardı.
Kömür gibi fosil kaynakların çıkarılmasından işlenmesine her noktada görev alıyorlardı.
Fabrikalarda çalışan çocuklar da makine kullanımından tezgah altı temizliğine, taşımadan dağıtıma her alanda faaliyet gösteriyorlardı.
Tarım alanında da tarla sürme, ekim-biçim işlerini üstlenen çocuklar için vardiyalarından geri kalan vakitte yapılacak tek iş eve dönmek oluyordu.
Devlet geniş arazilere hükmetmeye başladı ancak bu arazileri sanayileşme ve sömürü için kullandı.
Devletin bu alanları, çarpık kentleşme ve kasabalardan uzakta olan fabrikalar ve yeni yeni etkinleşen ticaret merkezlerinden oluşuyordu.
Her ne kadar demir yolları ve okyanus aşırı ulaşım geliştirilmekte olsa da kara yolu ulaşımı ve işçi taşımacılığı için kullanılan yöntemler, gelişmiş sayılamazdı.
Çocuk işçilerin revaçta olduğu bu dönemde, saatler sürebilen yollara çözüm olarak 1816 yılında evden en fazla 64 kilometre uzaktaki iş alanlarına gidilmesi uygun görüldü.
Bu madde, çocukların insancıl yaşam koşullarına ulaşabilmesi için yeterli değildi.
19. yüzyılda çocukların eğitimi için bölgesel köy okulları ve yerel pazar okulları vardı.
Bu okullarda okuma, yazma ve aritmetik dersleri veriliyordu.
Düzensiz eğitim veren ve günlük eğitim için 1 peni ücret isteyen diğer temel eğitim okulları da benzer bir sistemde ilerliyordu.
Eğitimli yetişkin oranının düşük olduğu, bu yüzden de eğitimci kalitesinin düştüğü okullarda sınıflar, minimum alan kaplayacak şekilde tasarlanıyordu.
Kalabalık halde işlenen temel öğretim derslerinde öğretmenlerin çocuklarla temasının ve iletişiminin bir yere kadar kurulabilmesi, eğitim sürecini daha düşük oranda amacına ulaştırıyordu.
Bu eğitime ulaşabilen çocuk sayısı ise toplam çocuk sayısının yarısından azdı.
Çünkü okul çağındaki çocukların en az %50’si Sanayi Devrimi etkisi ile tam zamanlı işçilere dönüşmüştü.
Endüstri Devrimi’nde ihtiyaç duyulan yaşayan insanlar değil, yaşayan makinelerdi.
Cansız makinelerle çalışabilen, daha çocuk yaştan yokluğa razı olarak yetiştirilen ve işçi sınıfı olma bilinciyle büyüyen modern kölelerdi.
Bu ruhsuz devrim, okulsuz, yurtsuz çocuklar yarattı.
Kaynayan bir hırs kazanının ve pazarın içinde çocuklar yetişti.
O çocuklar gelecekti.
Comments