( Bizim Hikayemiz – 8 )
Avrupa coğrafi açıdan Asya’nın yarımadası görünümündedir.
Avrupa Dünya’daki 7 farklı denizle çevrilidir, bu teknelere, gemi konvoylarına ve tuzlu sulara yani denizlere hakimiyet demektir.
Bu denizler arasında zıtlıklarda vardır, Güney’deki Akdeniz sıcak, Kuzeydeki Manş soğuktur.
Buna bir de Avrupa’yı dört bir yandan dolaşan, büyük, ağır akan, uzun ırmakları da eklemek gerekir.
Böylece tatlı ve tuzlu su ile iç içe bir su uygarlığından bahsedilebilir olur.
Doğu’nun bir karasal uygarlıklar bileşkesi olduğu kabul edilirse, Batı’nın da su uygarlıkları olduğu kolayca söylenebilir.
İşte bu coğrafya Avrupa’nın ilk dönemlerinde onun aleyhinde gibi görünüyordu.
Norman istilaları, Vikingler’in baskıları, kuşatılmış veya hapsedilmiş bir kale görünümüne büründürüyordu Avrupa’yı.
Küçük ve dar bir bölgede kapalı bir dünya olarak yaşayan Avrupa bu baskılar nedeniyle yeterince merkezileşemiyorlardı.
Bu durum ademi merkezi bir yönelimi tetikledi ve her bir bölge özgül koşullarıyla gelişme alanını yaratmak için fırsat bulabildi.
Doğu toplumlarından merkez ( bütün ) çevreyi belirlerken, Batı’da çevre ( parça ) bütüne etki etti.
Doğuda yukarıdan aşağıya olan yönetsellik, Batı’da aşağıdan yukarıya doğru gelişti.
İtalyan ve Alman Şehir Devletleri bunun en gelişmiş örnekleridir.
Kılıçlı adamdan, kilise adamına ve ondan tarlaları süren saban adamına geçen toprak, Batı’da köylülerin serbestliğe kavuşmalarının kısmen önünü açmıştır.
Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz ağır saban da bu konuda ön açıcı bir işlev görmüştür.
Oysa Doğu’da toprak, her zaman merkezin yani devletindi.
Burada Doğu’da toprağa atfedilen kudsiyet ile Batı’da toprağa atfedilen dünyevilik arasındaki ilişki düşünmeye değer bir perspektif sunuyor.
Fakat en nihayetinde Batı’daki yöneticiler bu kendi kendini yönetme çabasını engellemeye çalıştılar.
Bu nedenle Fransa’da 1358’de, İngiltere’de 1381’de ve Almanya’da 1525’te köylü ayaklanmaları meydana geldi.
Anadolu’daki Babai İsyanı’nın tarihi 1241’dir, 1368’de Çin’de de köylü isyanları görülmüştür.
Tarihler arasındaki yakınlık dikkat çekicidir ve yine incelenmeye değerdir.
İsyanların nedenleri ortak olmakla birlikte sonuçları birbirinden oldukça farklıdır.
Batı’da köylü ayaklanmaları sonrası değişimi ve hareketliliği sağlayan kentler ortaya çıkmış veya gelişmiştir.
Doğu’da ise Batı’daki tarzda kapitalleşmeye doğru evrilen bir kentsel birikimden söz edilmesi zordur.
Venedik, Cenova, Floransa, Milano, Gand, Bruges Batı’daki kentlerden bazılarıdır.
Bu kentler, kent devletleri şeklinde örgütlenmişlerdi.
Baltık’tan Ren’e kadar olan bölgedeki Hansa Kentleri ise geniş çaplı ticaret ortaklıklarıyla hızlıca gelişmişler ve rekabet edebilir hale gelmişlerdi.
Lübeck kenti bu dönemde İtalyan Şehir Devletleriyle boy ölçüşebilir hale gelmişti.
Bu ilk kapitalizm nüveleri, uzak mesafe ticaretiyle zaferlerini geliştirmişti ve artık tüccar girişimcilerin saltanatı başlıyordu.
Oysa Doğu’da yönetsel merkezilikleri aşan böylesi bir gelişme birkaç küçük örnek dışında gözlenmemiştir.
Aynı zamanda bu yönlü bir sermaye birikimi loncalardaki zanaatkarları da yavaş yavaş ücretli işçi olmaya yönlendiriyordu ve böylece sınıfsallık belirgin hale gelmeye başlıyordu.
Loncalardaki ustalar kalfalarından “ Şaheser Üretme Zorunluluğu “ talep ettikleri için onlara karşı çıkan kalfalar proleterya sınıfının ilk temsilcileri olma yolundaydılar.
Batı’da bu girişimci sınıfı engelleyecek Çin’dekine benzer bürokratik bir sınıf yani mandarinler olmadığı için bu sınıf daha da serbest bir alan bulabilmiştir.
Doğu’da sözünü ettiğimiz anlamda sınıfsallık, devletin ve toplumun özellikle toprakla ilişkilenme biçimi nedeniyle yine yeterince gelişmemiştir.
Bir başka fark ise yurttaşlık konusudur.
Batı’da örneğin Venedik’te 15 yıl ikamet etmek yurttaş olma hakkı sağlarken, doğuda yurttaşlık hakkından söz etmek pek mümkün değildir.
Yurttaşlık fikri rönesans ve reform hareketlerinin yarattığı kültürel zeminle mümkün olabilmiştir.
Ancak yurttaşlık konusunda da bazı sorunlar olmuştur.
Örneğin 1532’de Paris’te yurttaş kabul edilmeyen dilenciler ikişer ikişer zincire vurulup lağımlarda çalıştırılmışlardır, 1565’te yine Paris’te her yüz kişiden biri hapishanededir.
Dolayısıyla Batı’da da her insan yurttaş değildir ve bu da kent ayaklanmalarını kışkırtacaktır.
1633’te Paris’te, 1634–1639’da Rounen’de, 1623-1629-1633-1642 yıllarında Lyon’da bu kez kent ayaklanmaları başlayacaktır.
Her aşırı birikimin yol açtığı gibi bu kentsel ayaklanmalarda Fransız Devrimi’ ne giden yoldaki taşları döşemiştir.
Böylece yönetim erklerine yönelen öfke kırlardan kentler taşınmıştır.
Doğu’da uzun yıllar süren köylü tabanlı ayaklanmalar devleti dönüştürememiş, kırıma uğrayıp içine büzüşmüş, çoğunlukla devletin daha az ulaşabileceği alanlara çekilerek sosyal-kültürel devamlılığını sağlamış, ancak ekonomik-politik açıdan devletin yörüngesinde davranmaya mecbur bırakılmıştır.
Batı’da ise köylü ayaklanmaları yerini önce sınıfsal aidiyete bırakmış ve sonrasında bu sınıfsal aidiyet kentsel ayaklanmalara evrilmiştir.
Bu durumda kora kor bir mücadele sonrası kendini var eden toplum dışa yönelmiş, devletin sınırlarını kısmen ve kendi sınırlarını önemli oranda belirlemiş, devletten korkmamış ve hesaplaşmaya çalışmıştır.
Sonuç olarak Batı’da toplumun devletinden, Doğu’da devletin toplumundan bahsedilebilir hale geldiği farz edilir.
Peki toplumun devletle mücadelesi hangi evrelerden geçerek günümüze ulaşmıştır ?
İsyan etmek toplumsal özgüvenin en temel koşullarından biri midir ?
En önemlisi isyan etmek bir hak mıdır ?
Comments