top of page

Fetih ve Fatih

( Bizim Hikayemiz - 17 )


Tarihte imparatorluklar kuruluş süreçlerinin ardından gelişme, yükselme dönemlerine girerler.

Şaşaalı yükselişlerin sonrası ise yavaş yavaş duraklama ve ardından bazen çok hızlı bir çöküş süreciyle devam eder.


Tarihsel misyonlarını yerine getirdikleri bir zaman diliminde yıkıma uğradıklarını düşünebiliriz.

Tamamen yok olmazlar, isimler değişir, kültürler, yapıtlar, tarihi eserler, tıbbi gelişmeler, hukuk sistemleri başka şekillerde yaşamaya devam eder.


Bizans İmparatorluğu'da böyle bir bir süreç içindeydi, eski gücünü yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştı.


1453 öncesinde İmparatorluk Başkent İstanbul ve civarındaki topraklardan ibaret kalmıştı.

Türklerin kazandıkları askeri başarılarla uzun süredir Bizans İmparatorluğu’nun topraklarını küçülttükleri ve Balkanlarda birçok prensliği ilhak ettikleri biliniyordu.


1453’teki kuşatma Müslümanların Hristiyan alemine indirdikleri ilk ve belirleyici darbe değildi.

Şehir o güne kadar birçok defa kuşatılmış ama bu kuşatmalar yeterli topçu ateşiyle desteklenmediği için başarılı olamamıştı.


Konstantinopolis’in alınması Türklerin batıya doğru yürüyüşünün başlangıcı değildi.


Her tarihsel olayda olduğu gibi öncesinde yaşanan gelişmeler bu ilerlemeye zemin hazırlamıştı.


Yüz yıldır süren fetih politikasının bir sonucuydu.


Fatih Sultan Mehmet’in askerleri tarafından şehrin alınması, Amerika’nın keşfiyle birlikte Ortaçağ ile Yeniçağ arasında simgesel bir sınır olarak kabul edilir.


Sonuçsuz kalan yirmi kuşatmanın ardından şehir alınamazmış gibi duruyordu.


Devasa surlar şehrin en büyük güvencesiydi.


Çeşitli noktalarında kapılar ve burçlar bulunan surlar 22 kilometre boyunca uzanıyordu.


Fatih Sultan Mehmed tahta çıktığı ilk andan itibaren bu fethe hazırlandı.


Avrupa yakasına inşaatı üç ay süren Rumeli Hisarı’nı yaptırdı.


Sultan Bayezid tarafından 1395’te Anadolu yakasına dikilen Anadolu Hisarı ile birlikte gemilerin boğazdan iniş ve çıkışı istendiğinde engellenebilecekti.


Urban adıyla bilinen bir Macar Usta’ya Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir top yaptırdı.


Bu top öyle büyüktü ki arabaya yüklemek için yedi yüz kişi gerekmişti.


Konstantinopolis surlarının ardında ise tam bir ittifak yoktu.


Şehir kurtuluş umutlarını batıdan gelecek yardımlara bağlamıştı.


Ama Bizanslılar Batılılar için kullanılan terimle Latinlerden nefret ediyorlardı.


Konstantinopolis’in 1204’te Haçlılar tarafından yağmalanması hafızalardan silinmemişti.


Bu dönemde şehir yağmalanmış, soyulmuş, hazineleri götürülmüştü.


Bazı ileri gelenler " Latin külahındansa Türk sarığı görmeyi yeğlerim " diyerek kendi içlerindeki bölünmenin ne kadar derin olduğunu ifade ediyorlardı.


Türkler ve Avrupa’da uyandırdıkları korku en büyük suçlamaların uzun süre ilham kaynağı oldu.


Fakat korkunun dereceleri vardı.


Uzaktaki Batı Avrupa sakinleri ile savaş alanlarına yakın Balkan Yarımadası’nda yaşayanların korkuları farklıydı.


Bizans İmparatorluğu’nun ölümüne ağlayan seçkinler ile her şeyden önce barışa kavuşmak isteyen halk da aynı korkuları yaşamıyordu.


Batı Hristiyanları silah kuşanmaya hazır olduklarını söylerken, yüz yıldır katliam ve yağmalara maruz kalan Balkanlar’ın yoksul halkları tam tersine tevekkül içindeydiler.


Yüzyıllardır İstanbul ve doğu Akdeniz’de yerleşik durumda bulunan Venedik ve Cenevizli tüccarlar da Batılıların bu değerlendirmesine meyilli değillerdi.


Yüzlerce yıllık bir kültürün kaybolacağı korkusuyla akıllarını yitirecek gibi olan Batılı Hümanistler Türk Sultanı'nın eğilimlerini bilselerdi epey şaşırırlardı.


2. Mehmed her konuda inatçı ve atak birisiydi, şana ve zafere açtı, saltanatını başlatan mucizevi zafer sayesinde “Fatih” ünvanını almıştı.


Ama aynı zamanda kendisine alelacele ve haksızca yakıştırdıkları barbar etiketini sarsacak denli bir zihin açıklığına sahipti.


Onu yakından tanıyanlar doymak bilmez bir bilgi açlığı olduğunu kabul etmişlerdi.


2. Mehmed Arapça ve Farsça yazmaları topluyor, doğu şiirine ve tarihine ilgi duyuyor, İslami bilgisini derinleştirmeye uğraşıyordu.


Sekiz yüz cilt kitap bulunan saray kütüphanesi için çevresindeki Helen uzmanlarına teolojiden felsefeye, tarihten coğrafyaya çok çeşitli konularda kaleme alınmış Yunan yazmalarını çevirttiriyordu.


Yunanca ve Slavca bilen Sultan çevresinde yabancı bilim adamları bulundurmaktan da hoşlanıyordu.


1451’den itibaren maiyetinde yer alan İtalyan hümanist Ciriaco d’Ancona öğretmenlerinden biriydi.


Rönesans hümanistlerinin gözde konusu olan Antikçağ Tarihi'ne de çok meraklıydı.


Ptolemaios’un Geographica ‘sını özellikle tercih ediyordu.


İmroz Adası’nın soylu bir ailesinden olan Kritobulos onun yaşamöyküsünü kaleme almıştı.


Sultan’ın yaptırdığı köşk ve kasırların biri Türk tarzında, ikincisi Pers tarzında üçüncüsü de Yunan tarzındaydı.


Sultan bu üç dünyanın da mirasını sahipleniyordu.


O bir dünya imparatoru olmak istiyordu.


Tıpkı Cengiz Han ve İskender gibi.


Henüz fethedilen Atina ve Akropolis’e yaptığı dört günlük ziyaret sonrası Truva’ya uğraması ve orada dua etmesi İlyada’yı bildiğini gösteriyordu.


Antik Yunan yazarlarını okuması, ulemadan çok Ortodoks din adamları ile sohbet etmesi rahatsızlık yaratıyordu.


Ancak bir ressama yüzünün tasvirini yaptırmak, İslamın şartlarından birinin doğrudan ihlaliydi.


Üstelik bu işten sorumlu olan sanatçı Venedik Doçu’nun resmi portre ressamı olan Venedikli bir Hristiyan, Gentile Bellini idi.


2. Mehmed onu bizzat İstanbul’a davet edip tabloyu sipariş etmişti.


Görünen o ki milliyetçi hezeyanlardan ve hamasetlerden uzak durup tarihe insancıl bir perspektifle baktığımızda coğrafyamızda da evrensel değerlere yakın ve yatkın tarihi figürler bulmak olası.


Önyargılarımız ve ezberlerimiz çoğu zaman bizi şikayet ettiğimiz karşıtlarımızla aynı kısır döngülere hapsedebiliyor.


Şimdi tarihi yeniden yorumlayıp yeni bir gelecek yaratmanın yollarını bulma zamanı.


Hep birlikte dinleyerek, konuşarak, tartışarak ve üreterek.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page