top of page

Güneşe Yolculuk

( Bizim Hikayemiz- 10 )


Bizim bir öykümüz var.


Bir ağacın, bir kuşun, taşın, toprağın olduğu gibi.


Hikayemizin benzersiz ve eşsiz yanları olduğu gibi aynılıkları ve aykırılıkları da var.


Tüm canlı ve cansız doğa gibi değişerek ve dönüşerek bu günlere gelmişiz.


Dönüşürken dönüştürme gücümüz ise hiç değişmemiş.


İki ayak üzerinde durabilen atalarımız, Homo Erectus yani dik insan.


İki ayak üzerinde durabilmek insanın tarihinin en önemli basamaklarından biri.


Yaklaşık iki milyon yıl önce Afrika’da evrimleşerek oradan Asya’ya geçtikleri düşünülüyor.


Mağaralarda ve açık alanlarda yaşıyorlar.


Alet yapabilme özellikleri var ve ateşi kullanmayı öğreniyorlar.


Üç yüz bin yıl öncesine kadar varlıklarını sürdürüyorlar.


Homo Erectus tarih sahnesinden siliniyor ve yerini bizim atalarımız olan Homo Sapiens’e ( Akıllı İnsan ) bırakıyor.


Düşünmemizi geliştiren şey Sapiens'in daha büyük bir beyin yapısına sahip olması.


 Afrika’da ve Büyük Sahra’nın güneyinde evrimleştiğimiz düşünülüyor.


Modern haliyle ise kendimizi Homo Sapiens Sapiens diye nitelendiriyoruz.


Evrimleşme bizim çeşitliliğimizi getirdi.


Bugün farklılıklara tahammül seviyemiz çok az, oysa farklılaşarak doğa koşullarına uyum sağladık ve hayatta kalabildik.


Sıcaklığın çok yüksek olduğu Afrika’da vücut yapısı ısımızı tölere edecek mekanizmalar geliştirdi.


Koyu renk ten, kıvırcık saçlar koruyucu görevi gördü.


Avrupa ve orta Asya’da ise kemiklerin güneş ışınlarından daha fazla yararlanabilmesi gerekiyordu ve açık renk ten evrimleşmenin bir kazanımı oldu.


Atalarımız da en az günümüz insanı kadar farklı görünmeyi seviyordu.


Fransa ve İspanya arasındaki Pireneler’de bulunan bir mağaranın duvarlarında o dönem yaşayan insanları tasvir eden bazı resimler bulunuyor.


Kimi uzun saçlı, kimi kısa, bazıları saçlarını örmüş, erkeklerin bir kısmının ise sakalı ve bıyığı var.


Güzel ve farklı görünme isteği de birçok şey gibi bize atalarımızdan miras.


Dil yetisi insanın ayırıcı niteliği.


Dil ve konuşma yetisinin bu kadar önemli olmasının nedeni insana özgü olması.


Hayvanlar da kendi aralarında iletişim kuruyorlar.


Kuşlar ötüyor, arılar dans ediyor.


Hayvanlar kendini savunmak, tehlike olduğunu belirtmek, yavrusunu korumak, saldırmak için iletişim kuruyor.


Arı dansıyla özü toplanacak çiçekler bulduğunu arkadaşlarına haber veriyor.


İnsanlar çoğunlukla topluluklar halinde yaşıyor ve topluluk halinde avlanıyorlardı, yiyecek topluyorlardı.


Önceleri uzun bir süre birbirlerine yaşadıklarını, nasıl avlandığını, nerelere gittiğini, yaşadığı korkuları hareketlerle ve danslarla anlattı.


Belki ateşin çevresinde toplanıp birbirlerinin hikayelerini dinlediler.


Sonunda da konuşmayı öğrendiler.


Tam olarak ne zaman ortaya çıktığı tartışmalı olmakla birlikte ölü gömme törenleri ve ritüellerinin olduğu görülüyor.


Ölülerini gömerken yanlarına süslenme objeleri, hediyeler, yiyecekler, hayvan kalıntıları bırakmaları öldükten sonra yaşamın zihinlerinde önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.


Zaman biraz daha günümüze yaklaştığında ise daha ayrıcalıklı mezarlara rastlanıyor bu da ölen kişilerin toplumda ayrıcalıklı bir konumda olduklarını düşündürüyor.


Kırmızı aşı boyasına ise çok fazla simgesel anlam yüklendiği ve mezarlıklarda sıklıkla rastlandığı, bu tozun ölü bedenin üzerine serpildiği görülüyor.


Lusaka yakınlarındaki mağara yerleşmelerinde Orta Taş Çağı’na tarihlenen aşı boyası kalıntıları bulunuyor.


Simge kültürünün tarihi ise yaklaşık 120 bin yıl öncesine gidiyor.


İlk insanlara ait bildiğimiz ve günümüze kalan en etkileyici şeyler mağara duvarlarına yaptıkları resimler.


Altamira ‘da bir mağarada bulunan resimler ise görenleri hayrete düşürecek denli gerçeğe yakın.


İki düzineye yakın bizon resmi, sarı, kırmızı, kahverengi ve siyah renkler kullanılmış ve resimler mağarada ulaşılması güç olan mağara tavanına yapılmış.


Tarihöncesine ait önemli resimlerin olduğu bir diğer yerleşim Fransa’nın güneybatısındaki Lascaux.

Gezintiye çıkan dört arkadaşın keşifleri sonucu tesadüfen ortaya çıkıyor.


Mağara duvarlarında atlar, bizonlar, çatallı boynuzları olan geyiklerin ve söylencelerde geçen tek boynuzlu hayvanların resimleri bulunuyor.


Sonrasında ise benzer birçok keşif yapılıyor.


Bu da bize henüz keşfedilmeyi bekleyen derinlerde kalmış bir tarihin keşfedilenden daha çok olduğunu düşündürüyor.


Resimlerin ne amaçla yapıldığını ise tam olarak bilemiyoruz.


Ama gördüğümüz kadarıyla ulaşılması oldukça güç yerlere yapılmış.


Belki bir av öncesi kolaylaştırıcı olarak yapıldılar bu yönüyle büyüyü, sihri çağrıştırıyorlar, belki de sanatsal kaygılarla…


Ama niyetleri ne olursa olsun insanlık çok zorlu yollardan geçmiş ve geçmeye devam ediyor.


Elli bin yıl öce Afrika, Asya ve Avrupa’ya yayılmış durumdaydık.


Diğer kıtalara ise henüz gidilmemişti.


En zorlu yolculuklardan biri Güneydoğu Asya’dan Avustralya’ya geçişlerdi.


Suların büyük kısmının donarak buzula dönüşmesi bu geçişleri olanaklı kılıyor, deniz seviyesinin düşmesinden dolayı ortaya çıkan kara parçalarının köprü görevi görmesiyle ulaşılması imkansız yolculuklar tamamlanıyordu.


İnsan belki de hep ulaşılması imkansız yolculukları sevdi.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page