( Bizim Hikayemiz- 18 )
Giysilerin tarihi Hilal ve Haç arasındaki iletişim olanaksızlığı efsanesini paradoksal bir şekilde sarsmaktadır.
Hristiyan din adamlarının ayin cübbesinin biçildiği nakışlı, ipekli kumaş İstanbul’da dokunuyor ve 16.yüzyılın yetmişli yıllarının başında Venedik Balyosu Marco Antonio Barbaro tarafından satın alınıyordu.
Kilisenin rahibi, Aziz Donato yortusu olan 21 Ağustos ayininde ve Noel ayininde, Osmanlı ipeğinden dikilmiş muhteşem cübbeyi giyiyordu.
Buna karşılık Türk devlet ricalinden biri için hazırlanan uzun kollu kaftanın biçildiği ipekli kadife genellikle Venedik menşeli oluyor, sultanın sarayında bu kumaş, çok sıradan bulunan Bursa ipekli kadifesine tercih ediliyordu.
Bu tür giysiler söz konusu olduğunda İtalya kumaşı temin etmekle yetinmiyor, biçip dikme işini de üstleniyor ve en sonunda onu Osmanlı pazarına yönelik Türk motifleriyle süslüyordu.
Bu nedenle Topkapı sarayında giyilen ve bugün sarayın müzesinde korunan hilatların çoğu tüm Avrupa’da revaçta olan İtalyan kadifesinden biçilmişti.
Katolik kilisesine ait bir ayin giysisinin Osmanlı kumaşından ve İstanbul’daki en gözde merasim giysilerinin İtalyan kadifesinden biçilmiş olmaları, Hristiyan dünyası ile Osmanlı dünyası arasında aşılmaz bir demir perde olmadığını gösteriyor bize.
İki dünyanın üretimleri ve tecrübesi arasındaki köşe kapmaca, Osmanlı ve İtalyan ürünlerinin birbirine karıştırılmasına dek vardı zaman zaman.
Bunun en ileri örneğini seramik sanatında görüyoruz.
Seramik sanatı 15. yüzyıl sonunda ilk üretim ocağı olan meşhur İznik atölyelerinin kazandığı benzersiz şöhretle adını duyurmuştu.
Meşhur parlak kırmızıyı tanıtan renk paletinin zenginliği İznik çinilerini özellikle Venedik’e gönderilen önemli bir ihracat malzemesi haline getirmişti.
Venedik saraylarında kullanılan tepsiler, tabaklar, kaseler, kupalar İznik’ten geliyordu.
Venedikliler bu mallara o kadar düşkündüler ki ürünleri kopya etmeye ve kendi çinilerini üretmeye başladılar.
Taklit edilemeyen kırmızı boya dışında biri İznik biri Venedik atölyelerinden çıkma iki çini kolaylıkla birbirinin yerini alabilirdi.
Çatışma ve savaşlar iki dünyayı karşı karşıya getirse de ilişkileri zenginleştiren kültürel bir boyut mevcuttu.
Avrupa’da Türk halıları gibi mamul maddelerin veya lale gibi bilinmeyen çiçeklerin yayılması, Batılıların Osmanlı ürünlerine düşkünlüğünü göstermektedir.
Diplomatik olarak verilen hediyelerin de karşılıklı kültürel alışverişe ve hatta ticarete katkısı çok büyüktü.
Batı ürünlerini tanıtan armağanlar sosyeteye cömertçe dağıtıldığında zevkleri yönetecekler ve ticari sipariş verilmesini sağlayacaklardı.
En sık verilen armağanlar kumaşlar ve giysilerdi.
Osmanlı hanedan üyeleri Avrupa modasındaki son yenilikler hakkında yazışmalardan anlaşıldığı kadarıyla bilgi alıyorlardı.
Türkler Almanlardan cep ve duvar saatleri hediye olarak alıyorlardı.
Bu hediyeler güçlü bir talep doğurunca Galata’ya 1592’den itibaren batılı bir saatçi kolonisi yerleşti.
1705’te saatçi Isaac Rousseau karısını ve çocuğunu Cenova’da bırakıp İstanbul’a yerleşti ve saat parçalarını onarmaya başladı.
İstanbul’da yaklaşık altı yıl kaldı ve geriye döndüğünde oğlu Jean-Jacques Rousseau doğdu.
Batılı diplomatların saraya sunduğu hediyelerin türünde de sonsuz çeşitlilik vardı.
3. Murad’ın annesi Valide Sultan Nurbanu’ya Avrupa'dan getirilen salon köpekleri vardı.
Avrupa monarşilerinde sık rastlanan ama Osmanlı adetlerinde bilinmeyen bir nesne olan Kanuni Sultan Süleyman’ın taç-miğferinin tasarımı Venedik kuyumcularının ve mücevhercilerinin hayal gücüne bırakılmıştı.
Çizimi veziri İbrahim Paşa göndermişti.
Eser birçok mirastan esinlenmişti.
Hilalin üzerine oturtulan tuğ Şark menşeliydi; Büyük İskender’in tolgasını anımsatan miğfer antik görünümlüydü; incilerin ve mücevherlerin bolluğu Kutsal Germen İmparatorlarının tacını hatırlatıyordu.
Yüzyıllar boyu Avrupa’ya giden şark halıları için bir geçiş bölgesi olan Anadolu, önemli bir üretim merkezi haline gelmişti.
Gördes Türk halısının ayırt edici özelliği olan simetrik düğüme adını vermişti.
Bergama, Uşak, Ladik, veya Marco Polo’nun 13 yüzyılda “dünyanın en güzel halılarının dokunduğu yer” olarak gösterdiği Konya’da üretilen Anadolu halıları özellikle Venedik’in aracılığı ile Avrupa’yla buluşuyordu.
Avrupa’nın şarka açılan kapısı olarak görülen Venedik Türk halılarının ithalatında önemli bir yet tutuyordu.
Türk halıları o dönemde genel bir isimle Şark halısı olarak adlandırılıyordu ve koleksiyon nesnesi olarak da ayrıca önemliydi.
Floransa’da Mediciler Memlük halılarını biriktiriyorlardı.
Fransa Kralı 5. Charles 1380’de öldüğünde yüz kırk üç halıya sahipti ve Orleans dükü olan küçük oğlu Louis 1398’de on iki halı satın almıştı.
17. yüzyıl sonuna kadar halılar ayaklar altında çiğnenmeyecek kadar değerli kabul ediliyorlardı.
Özellikle bayramlar ve şenliklerde sarayların veya zengin konakların cephelerine gerilerek dikey süs eşyası olarak kullanılıyorlardı.
Venedikli ressamlar ister portre ister dinsel sahneler söz konusu olsun, eserlerinde sık sık halı motifleri kullanıyorlardı.
Osmanlıların erkek konuklarına çiçek vermeleri sadece kibarlık gereği değil, hiyerarşide üstünde olan bir kişiye güzel kokulu bir demet sunmak iyi bir eğitimin de işaretiydi.
17. ve 18. Yüzyıllara değin geçerli olan bu adetler Türklerin çiçeklere duydukları ölçüsüz sevgiyi yansıtıyor.
Osmanlılar Fransızlarınkinden farklı olarak cetvel gibi çizilmemiş, dolambaçlı, düzensiz bahçelerinde çiçek yetiştirirlerdi.
Tam anlamıyla bir Osmanlı çiçeği olan lale kadar itibar görmüş başka bir çiçek yoktur.
Türkler laleyi henüz göçebe çoban oldukları bir dönemde, Orta Asya platosunda, Pamir’in kuzeyinde yabani halde keşfettiler.
Zırhını bir tek kabartma laleyle süsleten ve miğferini mücevherle işlenmiş altın lalelerle taçlandıran Kanuni Sultan Süleyman bu çiçeğe önemli bir itibar kazandırdı.
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi toplumlar birlikte var olma kanallarını hep buldular.
Savaşan devletler barışan toplumları şiddete sürüklese de sonunda kazanan çoğunlukla sağduyu oldu.
Çünkü Halklar Kardeşti.
コメント