( Bizim Hikayemiz – 9 )
Marx’ın dediği gibi “ İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar ama seçtikleri koşullarda değil”.
İnsanlar tarihi kendi iradelerine, arzularına göre yönlendiren ilişki ve güçlerin kısıtlamaları altında değiştirirler.
1600’lerde Avrupa’da yaşayanların yüzde 1,6 sı 100.000 nüfuslu kentlerde yaşıyordu, 1700’lerde bu oran yüzde 1,9’a 1800’lerde yüzde 2,2 ye çıkmıştı.
Bu durum İngiltere için 1801’de yüzde on civarındaydı, 1840’da bu oran yüzde 20 oldu.
Yani sanayileşme öncesinde insanlar çoğunlukla topraklarına bağlı çiftçiler veya becerikli zanaatkarlardı.
1800’ler Avrupa için ekonomik ve siyasi birleşmelerin, dilde standartlaşmanın, hegemonik kültürel modeller yaratmanın, dayatmanın ve yaymanın yüzyılıydı.
Sanayileşmenin 18. yy. ikinci yarısında başlamasından sonra dünyadaki buhar gücü 1850 yılında tahmini olarak 4 milyon beygirdi, bundan yirmi yıl sonra 18.5 milyon beygire çıkmıştı.
Kömür üretimi 1800 yılında 15 milyonken, 1860’ta 132 milyona, 1900 yılında 701 milyon tona ulaştı.
Demir madeni üretimi 1820’de 1 milyon tonken, 1910 yılında 65 milyon tona ulaştı.
Kömür, linyit, petrol, gazolin, doğalgaz ve su gücünden üretilen enerji 1860’ta 1,1 megawatken, 1900’de 6.1 milyara, 1950’de 21 milyar megawata çıktı.
1831’de toplam uzunluğu 322 kilometre olan demiryolları, 1876’da 300.000 kilometreydi.
1831’de 32.000 ton olan buharlı gemi tonajı, 1876’da 3.3 milyondu.
Bu inanılması güç artışlar sanayi devrimi ile mümkün olabildi.
Verimliliğin bir çığ gibi büyümesi beraberinde bu enerjileri açığa çıkaran insanları yani işçileri de bir çığ gibi çoğalttı.
İşçi sınıfı terimi 1815 yılı dolaylarında tanımlandı, ilk hali işçi sınıfları olarak kullanılıyordu.
1848’de Alman Krupp firmasında 72 işçi çalışırken, 1873’te 12.00 işçi çalışıyordu.
1870 yılında Fransız Scheneider Şirketi,Le Courset şehrinde yaşayanların yarısından fazlasını 12.500 işçiyi istihdam ediyordu.
Ancak bir yandan da “ İşçi Aristokrasisi” oluşmaya başlamıştı.
Fransa’da Carmaux’daki işçiler kendilerinin madencilerden daha yetenekli becerikli olduklarını dolayısıyla daha fazla ücreti hak etiklerini söylediler.
Alman işçi sınıfı zanaatkarların çocuklarından, Rus işçi sınıfı ise ağırlıkla köylülerin çocuklarından oluşuyordu.
Bu kalifiye işçilerin “ Cenaze Dernekleri” ve “ Nabız Yoklama Kulüpleri” vardı.
Kalifiye olan işçi sınıfı sadece işyerlerinde değil hayatın her alanında dayanışma gösteriyordu.
Ancak niteliksiz olduğu varsayılan işçi sınıfı için durum iç açıcı değildi.
Çok daireli apartmanlarda, kiralık lojmanlarda son derece güç koşularda yaşıyorlardı.
İşçiler çoğunlukla topraklarından kopartılan köylüler veya becerilerinden başka satacakları bir şey olmayan zanaatkarlar olduklarından emeğinin karşılığını almak için sürekli göç etmek zorunda kalabiliyorlardı.
1818 – 1828 yılları arasında 250.000 Alman Güney Rusya’ya göçtü.
1830’de Prusya’da Westphalia, Ren, Berlin, Brandenburg bölgeleri pek çok çiftçiyi işçileştirerek Doğu bölgelerinden kendine doğru çekti.
Fakat asıl göç ise Amerika’ya oldu, 1800 – 1910 yılları arasında toplam 50 milyon insan Amerika’ya göç etti.
Bunun sonucu Amerika’da endüstiriyel kapitalizmin yaygınlaşması ve tarımın ticarileşmesi oldu.
Amerika’da kömür madencileri önceleri İngiliz ve alman kökenliyken sonraları Polonyalı, Slovak, Macar ve İtalyan oldular.
Tekstil işçileri Fransız, Kanadalı, İngiliz, İrlandalıyken sonraları Portekizli, Yunanlı, Polonyalı ve Suriyeli oldular.
Abd. 1882’de Çinlilerin çamaşır yıkama işinden çıkarılmalarına yönelik “ Çinlileri Dışlama Yasası” çıkardı, bunu talep eden “ Emeğin Şövalyeleri “ adlı yerel işçi grubuydu.
1870’lerde İtalyan işçiler tarım krizi nedeniyle Güney Amerika ülkelerine göçtüler.
1800 – 1890 yıları arasında Güney Amerika’ya 150 milyon kişi göç etti.
Tüm bunlar bize şunu gösterir.
Toplumlar sabit sınırları, sürekli istikrarlı bir iç yapıları olmayan, sosyal grup katman ve sınıfların değişen ittifakları ile oluşurlar.
Toplum gerçeğini tarihsel olarak değişen, sınırları çizilemeyen, çoklu, dallı budaklı toplumsal ittifaklar olarak gördüğümüzde sabit, yekpare ve kapalı kültür kavramı yerine toplumların daha akışkan ve geçirgen olduğu izlenimini ediniriz.
Toplumsal etkileşim içindeki gruplar biçimlerin belirsizliklerinden yararlandıkları ölçüde ve onlara yeni anlam, değer kattıkları sürece gelişirler.
Yani kaos her sınıf için fırsatlar doğurabilir, tarihsel kırılma anları yaratabilir.
Tıpkı Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nde olduğu gibi.
İş odur ki böylesi tarihsel momentlerde gerekli tahayyülümüz, umudumuz, cesaretimiz ve liyakatimiz olabilsin.
Günümüzde tahayyül kapasitemizi besleyen örnekler azalsa da, umudumuzu ve cesaretimizi yitirmemeliyiz.
Tahayyül kapasitemiz için beynimizin ve liyakat için ellerimizin farkına varmalıyız.
Unutmayalım ki, insanlık olarak el-beyin diyalektiği ile bu aşamalara kadar geldik.
Geçmişteki zaferlerimizin kaynağı düşlerimizi gerçekleştirme kapasitemizdi.
Hepimizin düşlerimize sahip çıkma, gerçeklerimiz için mücadele etme zamanları yaklaşıyor.
Tarih ezilenleri, emekçileri ve devrimcileri yeniden sahneye davet ediyor.
“ Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm “ çağında tarihsel görevlerimize hazır mıyız ?
Comments