( Bizim Hikayemiz - 16 )
Dünya tarihinde sürekli tekrarlanan savaşlarda durmadan birbirleriyle savaşan, asla uzlaşamayacak, ezeli düşman diye nitelenen halklar vardır.
Tarih böyle örneklerle doludur.
Kültürler karışır, aynı yemeklere farklı adlar verilir, bir sürü geçişkenlikler olur fakat savaşlar devam eder.
Bir de bu savaşları her daim destekleyen, görünmezlik zırhının arkasında, keyifle, dünya tarihini sürekli kanatan, yaraların onarılmasını istemeyen, kültürleri birbirine düşman etme misyonunu taşıyan imparatorluklar veya devletler vardır.
Fethe asla doymayan imparatorluklar da görürüz, genişleyerek parçalanmanın sınırlarına varan ama yine de büyümeye devam eden.
Büyük İskender, Cengiz Han, Napolyon topraklarını sonsuza dek genişletmek isteyen, komşularla barış içinde yaşama fikrine isyan eden bir imgeyi zihinlere kazımışlardır.
Avrupalılarla Osmanlılar arasındaki ilişki de bu sözünü ettiğimiz düzlemde gelişti.
Dünün ve bugünün birçok Avrupalısının gözünde Hristiyanlık yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğunun doymak bilmeyen ihtiraslarının acısını çekmiştir.
Onlara göre Osmanlılar doğaları gereği Hristiyanları yok etme umuduyla bir adım geri atmadan onlarla savaşmışlardır.
Bu iki gücün ortak tarihinin durmadan yinelenen askeri seferlerden, sayısız kara ve deniz savaşlarından, anlaşmalardan, işgal ve ilhaklardan oluştuğu düşünülür.
Burada da etkileşimler olabileceği, dinsel farklılıkların aşılıp ortak kültürler yaratılmış olunabileceği yine tarihi sürekli kanatmayı sevenlerin egemen bakış açılarıyla yok sayılır.
Bu algının başlangıç noktası olarak 1453’te Konstantinopolis’in Türkler tarafından fethedilmesi gösterilir.
Oysa Osmanlılar yüz yıl önce Balkanlar’ı fethetmişti.
Osmanlı ilerleyişi karşısında parlak zaferlere ihtiyaç duyan Avrupalı’nın gözünde İnebahtı Savaşı ve Viyana Kuşatması ise Hristiyan direnişinin şanlı sayfaları olarak kabul edildi.
Türklere karşı mücadele fikri Osmanlı dünyasıyla her türlü ilişkiyi dışlayacak şekilde, uzun süre Avrupalıların zihinlerinde yer bulabildi.
Sürekli bir çatışma mantığı içinde olunduğu varsayıldı.
Tabii bunu doğruları olgular da mevcuttu ancak böyle bir bakış açısı tarihsel gerçeklerle örtüşmez özellikler taşır.
Modern zamanlarda Osmanlı hakimiyetinin azalmaya yüz tuttuğu dönemlerde bile Türk korkusu canlanmaya hazırdı.
Yakın zamanlarda Balkanlarda katledilen Bosnalı Müslüman halk bu bakış açısının bir devamı olarak görmezden gelindi.
Srebrenitsa’da barış gücü askerlerinin burunlarının dibinde katliamlar yapıldı.
Osmanlı ilerleyişi sırasında yapılan Kosova Savaşı Hristiyanların yenilgisiyle sonuçlanmıştı ve hafızalarda uzun süre yer etti.
20. yüzyılda Müslüman halka karşı yapılan katliam bir yönüyle bu savaşın intikamı olarak görüldü.
Sırp lider Miloseviç Kosova Savaşı'nı kaybeden Prens Lazar için 600 yıl sonra methiyeler düzdü, törenler yaptı ve bir yönüyle kendince savaşın intikamını almaya yöneldi.
Dizginlenemeyen, kışkırtılan milliyetçilik, belki tarihsel olayların yerli yerine oturtulamamasının bir sonucu olarak ve yine tarihi kanatmayı sevenlerin göz yummalarıyla bir halkın tarihinde çok karanlık izler bıraktı.
Avrupalılar ve Osmanlılar arasında her zaman simetrik ve asimetrik ilişkiler vardı.
Zaman zaman kültürlerin iç içe geçtiği, kaynaştığı, geliştiği dönemler.
Zaman zaman gerginlikler, çatışmalar ve savaşlarla dolu dönemler.
Bu çatışmalar ve savaşlar dönemlerinden biri de İstanbul fethedildikten sonra 1480’de Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Otranto Limanı’nın kuşatılması ve şehrin kısa sürede ele geçirilmesiydi.
Bu olayın öncesinde ve sonrasında, Hristiyanlık ile Osmanlı dünyası arasındaki çatışma dinsel ve kutsal bir savaş, bir Haçlı seferi olarak algılanıyordu.
Ama din savaşı sadece Türklere karşı mücadeleden ibaret değildi.
16. ve 17. Yüzyıllar Avrupa’sında Katolikler ile Protestanlar da Tanrı adına birbirlerini öldürüyorlardı.
Sözünü ettiğimiz simetrik ve asimetrik ilişkilere şöyle örnekler verebiliriz.
Osmanlı hanedanının kurucusu Osman Gazi ve halefi Orhan Gazi kısa sürede birçok Bizans kalesini ele geçirmişlerdi.
İlk başkentleri yaptıkları Bursa’yı 1326’ da, bin yıl önce, ilk ekümenik konsilin toplandığı İznik’i 1329’da ve büyük bir liman olan İzmit’i ise 1337’de almışlardı.
Bizans imparatorluğu 14. Yüzyılda korkunç felaketler yaşıyordu.
Veba salgınları, dinsel kavgalar, toplumsal çatışmalar ve iç savaşlar kadar trajikti.
Çatışmalar ve savaşlar sonrası böyle bir dönemden hemen sonra ise bir barış dönemine geçilmiş ve 1345’te tahtı ele geçirmek isteyen İoannes Kantakuzenos Osmanlı komşusu Orhan Bey’in askeri yardımına başvurmakta tereddüt etmemişti.
Türk birlikleri derhal karşı kıyıya geçmişler ve bu hükümdar adına Trakya’ya boyun eğdirmişlerdi.
Bu olay nedeniyle o zamana kadar Anadolu’da sıkışmış olan Osmanlıların da Balkanlara geçişi başlamıştı.
Bu karşılıklı simbiyotik ilişkinin sonuçları bir süre her iki taraf için tercih edilebilir oldu.
Kantakuzenos bu yardıma karşılık olarak kızı Theodora’yı Orhan Bey’e verdi.
Böylece Osmanlıların Lideri Bizans İmparatorunun damadı oldu.
Birlikte avlara çıkıp eğlendiler.
Türkler bu dönemden sonra yavaş yavaş Bizans’ın iç işlerine karışmaya başladı.
Orhan Bey’in oğullarından biri Gelibolu’yu aldı.
14. Yüzyılın ortalarında, klasik savaştan çok akın niteliğindeki askeri operasyonlarla Osmanlılar ilk kez Avrupa’ya ayak basmışlardı.
Aslında bu akınları yapan Orhan Bey’in halefi 1. Murad o sırada Müslüman Anadolu beyleriyle savaştığı için Anadolu’dan ayrılamıyordu.
Akınların çoğunu “uç beyleri” diye adlandırılan Türkmen komutanlar gerçekleştiriyordu.
Fethedilen en önemli yer Hadrianus tarafından kurulan Hadrianopolis ( Edirne ) şehri oldu.
Bu şehrin 1363’te düşmesiyle Trakya’nın fethi tamamlanmış oldu.
Sultan bu şehre Edirne adını verdi burası hem bir kavşak noktası, hem bir ticaret merkezi hem de mevki olarak öneminden dolayı yeni başkent oldu.
Başkentin Bursa’dan Edirne’ye taşınması Balkanlar’a yerleşmekte kararlı olunduğunu gösteriyordu.
Bu arada karşılıklı hoşgörüye dair küçük bir örnek daha verebiliriz.
1391 yılında Hristiyan Konstantinopolis’in Sirkeci semtinde kendi cami ve mahkemesi olan bağımsız bir Türk mahallesi oluşmuştu.
Ortodoks keşişlerle Müslüman dervişler arasında ilahiyat tartışmaları oluyordu.
Doğu'nun yaşlı Hristiyan imparatorluğu ile genç Osmanlı Beyliği arasında çatışmanın kaçınılmazlığı kadar stratejik ortaklıklar da oluyordu.
Din farklılığı ne anlaşmaları ne de zaman zaman suç ortaklıklarını engelleyebilmişti.
Hatta 14. yüzyıl sonunda Türkler ve Hristiyanlar arasında karma evliliklere rastlamak mümkündü.
Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz Anadolu İsyanları da Müslüman ve Hristiyan halkın birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılamayacağını, ortaklaşmaların, birlikte hareket etmenin ve dinsel anlamda da geçişkenliklerin olabileceğini gösteriyordu.
Anadolu'da devletlerin olduğu kadar toplumların, halkların da bir tarihi olduğunu göz ardı ettikçe 600 yıl sonra alınan intikamların benzerlerini topraklarımızda da Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta olduğu gibi yaşamaya devam edeceğiz.
Halkların Kardeşliği talebi hepimiz için her zamankinden daha yakıcı bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor.
Şimdi " Kardeş Kalplerin Kapısı " açmamız için bizi bekliyor.
Comments