Doğada, güçlü olan hayatta kalır. Ya da öyle söylenir bize. Zayıf, doğal düzen gereği yok olmayı hak etmiştir. Yok olmak istemeyenlerin tek seçeneği de güçlü olmak ve başkalarını yok etmektir.
Genel bir ilke olarak üretimin kavramının eksik kaldığı toplumlarda “var olandan alma” eğilimi baş gösterir. Herhangi bir gereklilik için düşündüğümüzde, sahip olmayan insanın 3 seçeneği vardır: Ya üretecektir, ya üretenden alacaktır ya da sahip olmamayı kabul edip yok olmayı seçecektir. Bilinçli bir şekilde yok olmayı seçmeyeceğine göre insan, kolay yoldan gidip halihazırda üretimi gerçekleştirmiş olandan almayı, günümüz ahlakında çalmayı seçer.
Toplumun genelinin üretici olduğu bir yerde bu “hırsızlar” kolaylıkla dışlanabilir, uzaklaştırılabilir ve etkisiz hale getirilebilir. Fakat üretim kapasitesinden veya erdeminden yoksun olan bu hırsızların herhangi bir şekilde topluma hakim olması durumunda, yeni bir ideolojik altyapı gerekir.
Hukuki veya normsal formlar insan toplumlarında değişimlere uğrasa bile çoğunlukla ortak olan ve istisnai durumlar harici korunması gerektiğine inanılan kavramlar vardır. Yaşam hakkı bunlardan birisidir. Kişinin bu hakkını elinden alan birinin çok iyi sebepleri olmadığı sürece cezalandırılmayacağı ya da dışlanmayacağı bir kültür yoktur.
Hırsızlık da buna yakın bir kavramdır. Bu kadar sert ve anlaşılabilir olmamasına rağmen, çoğunlukla hoş karşılanmaz çünkü çalışan ve üreten kimsenin hakkını gasp eder. Üretenin sesini duyurduğu bir dünyada, hırsız hırsızdır; çalanın sesini duyurduğu dünyada ise yönetici. Ve bu dünyada, üreten köleleşir.
Üretimin değil de çalmanın hakim olduğu bir toplumda, çalanlar elbet kendilerini hırsız olarak tanımlamayacaklardır. Bu da mevcut düzenin yeni bir tanımını, yeni bir tarihini, yeni bir ahlakını ve hukukunu gerektirir. Kısacası, hırsızların dünyayı yeniden inşa etmeleri lazımdır.
Bu yeni tarihten bahsedelim. Hırsızların tarihi, doğal olarak hırsızlığı hem meşrulaştıracak, hem de yüceltecektir. Bu tarihte, çalışan ve üretenlerin bir şekilde mallarının ve zamanlarının ellerinden alınmasını “hak ettiklerinin” söylenmesi de oldukça olasıdır. Bu hak etme sürecinin de kendi açıklamasına ihtiyaç vardır çünkü toplumsal dengenin sürebilmesi için insanların önemli bir kısmı üretici sınıfta kalmalıdır, ve üreticilerin başlarına gelen kötülükleri hak ettiğini bir sınıf üzerinden söylemek hakim sınıfın toplumsal tabanını zedeleyecektir. Sonuçta kimse, elinde yeterli güç varsa, kendisine zarar veren bir düzende yaşamak istemez.
Burada doğal düzen yardımına yetişir yeni düzenin. Çünkü doğada güçlü olan yaşar, zayıf olan ölür. İnsan toplumunda da bunun biraz daha medenileşmiş bir formunun uygulanması tamamen doğaldır, sonuçta insan da doğanın parçası değil midir?
Aslında değildir. İnsanlık, son birkaç binyılda çabalarıyla kendini doğanın terazisinden kısmen de olsa kurtarabilmiştir. Onu henüz aşamamıştır belki, ama tüm dünya üzerinde yaşayan canlılar arasında geleceğini en çok kontrolü altında tutan canlı türü olduğu da kesindir. Elbette, doğal afetler gibi, pandemiler gibi çok büyük değişimler bu kontrolü sarsabilir fakat bir şekilde, insanlık önünü görür.
Peki ne sağlamıştır bunu? Söylendiği gibi en güçlülerin davranışlarıyla mı kurulmuştur bu kontrol? Zayıfların toplumdan temizlenmesiyle mi refah sağlanmıştır?
Doğal düzenin pek bahsedilmeyen bir başka gereği de, yaratılan her ne varsa ortada, bunun emekle, zamanla yaratılmış olduğudur. “Üretilmiş” olduğudur. Üzerine ne kadar konulursa konulsun, tarihi ve bugünleri var eden kartalların görkemi değil, karıncaların emeğidir.
Fakat kartallar, güçlü olanlar, karıncaların yönetemeyecekleri konusunda çok eminlerdir. O halde iki tür insan vardır: Üreten, fakat bunun nasıl yönetileceğini bilmeyen üretici sınıf ve nasıl yönetileceğini bilen fakat üretimin tozlu dünyasına girmek için çok yüce olan yöneticiler.
Temel argümanlardan biri bir çiftçinin veya işçinin yönetici pozisyonuna getirilmesi halinde ne yapacağını bilemeyecek olmasıdır. Bir fabrika patronu da makineleri çalıştırmayı bilmez. Bu iki insanın bulundukları hiyerarşik konumda bulunmaları son derece doğaldır.
“Yönetme”nin bir iş olarak, uzmanlık gerektiren ve kolay kolay yapılamayacak bir şey olarak lanse edilmesi insanın her şeyi sınırsızca isteyen dağınık bir yaşam formu olduğu kanısından ileri gelir. Her biri farklı bir yönde ilerlemek isteyen binlerce parçacığın oluşturduğu bir sistemdir insan toplumu. Bu karmaşık ve çelişkili yönelimlerin bir arada suç üretmeden yaşaması için de bir güç’e ihtiyaç vardır. O güç, fabrikada patron, kentte vali olur. Bu gücün var olmadığı bir toplum kesinlikle anarşiye sürüklenecektir. Eğer sistemin yöneticileri kabul edilmezse felaketler olacak, her şey bozulacaktır.
Peki insanlar gerçekten bir arada yaşamaktan bu kadar uzak bir tür müdür? Gerçekten kendi içinde binlerce parçaya ayrılmak ve enerjisini kendine harcamak yerine ortak problemleri çözmesi bu kadar imkansız mıdır?
“Audentes Fortuna iuvat”. Birçok versiyonu, birçok çevirisi vardır bu Latince atasözünün. Muhtemelen en yaygını, “Talih cesurun yanındadır” şeklinde ortaya çıkar. Batı dünyasının en yaygın kullanılan sloganlarından biri olmasının yanı sıra birçok askeri organizasyonun da mottosudur.
“Talih cesurun yanındadır”. Gerçekten de, deneyimlere bakıldığında doğru görünür bu söz. Elbette, birçok doğru gibi, bu doğru da farklı anlamlarla yoğrulabilir. Cesaret edip risk alanların korkakça davranıp yerinde kalanlardan daha iyi bir pozisyonda bulunmasını açıklamak için de adeta biçilmiş kaftandır.
Birileri güveni seçer, köyünde, şehrinde kalır ve sıkıcı işleri yaparlar. Tarlaları ekerler, dişlileri döndürürler, demir döverler, deri işlerler. Onlar güveni seçtikleri için talih onlara gülmez. Fakat cesurlar, riski seçenler… Onlar seçimlerinin sonucu olarak lider olmayı hak etmişlerdir. Çünkü elindekini kaybetmeyi göze almış insan, sistem açısından çok daha değerlidir.
Roma. Batı Medeniyetinin temeli, hala aşılamamış bir kilometre taşı. “Talih cesurun yanındadır” sözü de onlardan miras kalmıştır zaten. Güçlü olanın hayatta kalması ilkesinin mükemmel örneğidirler. Onlar cesurdur, güçlüdür. Etraflarındaki halkları hakimiyetleri altına almışlardır çünkü başlarında çok güçlü liderler vardır. Kartallar. Kartallar İmparatorluğu.
Ordularının gücü de oradan gelmektedir zaten, güçlü liderler güçlü bir toplum yaratır, veya bunu dayatırlar. Roma’yı Roma yapan Sezar’dır, Augustus’tur.
Gerçekten böyle midir? Roma’yı Roma yapan Sezar mıdır, yoksa onun askerleri mi; Augustus mudur, yoksa emekçi halk mı? Ve daha sonra, güç nasıl elde edilir?
Ulusların kimliğini oluşturan belki de en temel etkendir savaşlar. Özellikle zaferler, bazen de mağlubiyette gösterilen direniş, toplumun ortak hafızasını ve mirasını oluşturur.
Bu açıdan bakıldığında, Roma’nın mirası kartallar için bir hezimettir. Gücün tarihi değildir Roma, mağlubiyetin tarihidir. Antik Çağ’ın en kesin ve kapsamlı yenilgilerini alandır Roma orduları.
Hannibal ordusuyla Alpleri geçtiğinde Roma bunu beklememişti. Trebia’da, Tresimene’de büyük kayıplara uğradı Roma ordusu. Cannae’de efektif asker gücünün neredeyse tamamını kaybetti Roma. Başkent savunmasız kaldı. Fakat tekrar toparlandılar. Carrhae’de, Harran ovasında Roma’nın en zengin adamının kişisel hırsı yüzünden bir orduyu kaybettiler. Fakat toparlandılar. Teutoburg Ormanı’nda da… Tüm bu toparlanmaları sağlayan, çok cesur ve güçlü az sayıdaki insanın mucizesi değil, bunun için çalışan yüz binlerin emeğiydi. Tıpkı günümüzdeki gibi.
Geldiğimiz teknolojik aşamalar, tıptaki ve bilimdeki ilerlememiz, geleceğimizi hiçbir zaman olmadığı kadar sıkı sıkıya tutabilecek olmamızın sebebi ismini hiç duymadığımız milyonların ortak çabası, emeğidir. İnsanlık her nereye geldiyse, olumlu ya da olumsuz, bunu yapan bizleriz. Ne kötülüklerin suçunu başkasına atmaya, ne de güzellikler için birilerine teşekkür etmeye gerek var. Her ne haldeysek, bunu yapan biziz, başkası değil. Dolayısıyla değiştirmek de karıncalara bağlı, kartallara değil.
Comments