( Bizim Hikayemiz – 21 )
Tarımla birlikte avcıların fırsatları daralmıştı, büyük hayvanlar bataklıklara ve dağlara sürülmüştü.
Böylece avcı dışarıda savaşmak yerine köyün içine taşındı ve avcı-krala dönüştü.
Ürkmüş köylüler avcı-krala hayvanlara karşı onları koruma karşılığında itaat ettiler.
Onlara hayvanların verdiği zarardan daha fazlasını vermemeleri içi avcı-krala teslim oldular.
Tehdit ve zorlama sonraları politik ve dinsel iktidara giden yolların taşlarını döşedi.
Avcılar dağları severlerdi, tıpkı çobanlar gibi.
Sürüsüyle birlikte oradan oraya hareket eden çoban, toprağa bağlı çiftçiden yani toplayıcıdan hep daha cesur oldu.
Çobanlar hep çiftçilere saldırdı, ardından onlarda yerleşik hale gelip çiftçi olunca başka çoban–avcılar tarafından ele geçirildiler.
Bu nedenle ilk krallar çiftçilerden yani köylülerden değil, gezgin çoban-avcılar arasından çıktı.
İlk krallardan Etana bir çobandı, Mezopotamya mitolojisindeki Lugubanda ve Dumuzi, İsrailoğullarından Davut ve kendini halkının çobanı olarak tanımlayan Hammurabi bu krallara örnek verilebilir.
Baskı ve ikna, saldırı ve koruma, savaş ve yasa, güç ve sevgi çoban-avcının yönetsel zihniyetini açıkça ortaya koyar.
Önceleri savaşın efendisi olan çoban-avcı, sonraları yasanın efendisi ve en nihayet toprağın efendisi oldu.
Karmaşa, kriz düş kırıklıkları, öfke ve saldırganlık yani şiddet çoğunlukla gücü besleyen ana unsurlar oldular tarih boyunca.
Ve bu güç onurlandırılmak istedi, böylelikle toplumun oluşturduğu artık değere el koymaya doğru yol aldı.
Başlangıçta krallara verilen hediyeler, önce haraca, sonra aşara ve son olarak vergiye dönüştü.
Önceleri hayvanları yok etmek için yapılmış silahlar, sonraları yöneticiler için yönettiklerine yönelttikleri silahlara dönüştü.
Doğadan gelen dış tehditler zamanla krallardan gelen iç tehditlere dönüştü.
Güvenlik için gitgide daha çok bedel ödenir hale geldi.
Krala dönüşen çoban-avcının dinamizmi eril süreçleri ve iktidar oluşumunu hızlandırdı.
Tahılları ıslah ederek ilk tarım devrimini yaratan kadınlar sadece güç ilişkilerinden değil, dinsel ve sosyal ve kültürel hayattan da soyutlandılar.
Hindu tanrıçası Kali, ilksel Tanrıça Tiamat, aslanları bile hükmeden Kibele yavaş yavaş etkilerini yitirdiler.
Kadın Tanrıçalar yerlerini erkek Tanrılara bıraktılar.
Ölümle ve tehlikelerle baş edebilen kas gücüne sahip bir cesaret unsuru olarak Tanrı–Krallar dönemi başladı.
Kadınlarsa artık özel güçleri olan, hile ve büyü yapabilen, ve iktidarını yeraltına taşıyan bir figür olarak düşünüldü çoğunlukla.
Kadınlar doğurarak yaşam olurken, erkekler öldürerek ölüm oldular.
Bu durum gündelik hayatta da karşılığını buldu.
Kadınların egemen olduğu dönemdeki yerleşimlerde var olan yuvarlak biçimli formlar ortadan kalkmaya başladı.
Yerine erkek egemenliğinin temsili olan köşeler ve çizgiler belirginleşmeye başladı mekanlarda.
Eril İktidar tüm hayatta keskin hatları besledi, döngüsellik yerini doğrusallığa terk etti.
Zamanla akabilen yaşamlardan, zamanla yarışan yaşamlara geçildi.
Toplumsaldan tarihsele, uzamdan zamana, coğrafyadan mekana doğru yol alındı hızla.
Köyler ve kentler düz çizgilerle kaplanmış kare veya dikdörtgen formlara dönüştüler.
Doğada özgürce iş yapabilen insanlardan, yönetici gözetiminde ve zamanla yarışan işçileri belirleyen formlara geçildi.
Tarih artık kentler üzerinden ilerliyordu.
Yaratıcılık ve denetimin, dışavurum ve bastırmanın, gerilim ve boşalmanın mekanı kentti artık.
Kozmosun temsili, cennetin yeryüzüne indirilmiş hali olarak görülen kent, insanlar için mümkün olanın simgesi haline geldi.
Kent hep tüm mümkünlerin kıyısında oldu, değişim ve gelişim artık ancak kentlerde olabilirdi.
Avcının hareketliliği, risk alma becerisi, acele ve keskin kararlar verme zorunluluğu, av uğruna katlandığı yoksunluk ve yoksulluklar, avı yakalarken ölmek ya da öldürmek zorunda oluşunun bütün tezahürleri kentlere sirayet etti.
Annelerimizle yuvamızı yani evimizi bulmuştuk, kendimizle ve diğer insanlarla köyleri kurmuştuk, kentlerle de ise evrene meydan okumaya başladık.
Artık sadece hayvanları ve insanları değil, azgın nehirleri, yüce dağları, korkunç vadileri yani doğayı da dize getirebilir hale geliyorduk.
MÖ. 3000 yılından kalma bir belgede adı “ Kentleri Kuran “ anlamında olan Mısır Tanrısı Ptah krallara kentler kurmalarını tavsiye ediyordu.
Aynı dönemlerde yani MÖ. 3000’lerde tahıl ambarını yani geleceğin dini mabetlerini , sabanı, çömlek tezgahını, tekneleri, el dokumalarını, bakır metalürjisini, soyut matematiği, üst düzey gökyüzü gözlemlerini , takvimi ve yazıyı bulduk.
Bu gelişmelerin hepsini bize sağlayan ana unsur kentlerdi.
Tarihte her gelişme dönemimizin bir bedeli oldu.
Babalarımızı bulduğumuzda annelerimizi, kentleri bulduğumuzda doğamızı, güvenliği bulduğumuzda özgürlüğümüzü, bilimi bulduğumuzda sanatımızı kaybettik çoğunlukla.
Gelişmişlik düzeyimiz artık ya, ya da ikiliğinden çıkıp, hem, hem diyalektiğine doğru ilerliyor.
Yeni çağın şafağında, yeni insan praxis ile yolunu tekrar açacak, buna kuşkumuz yok.
Çünkü biz de bu yoldayız ve yoldaşlarımızı görüp ellerimizi onlara uzatıyoruz.
Birlikte düşlerimizi gerçekleştireceğimiz günler çok uzakta değil.
Biliyoruz, başaracağız.
Comments