top of page

Tarihin Önünde

Güncelleme tarihi: 19 Kas

Batı ve Doğu medeniyetleri, tarihin çeşitli dönemlerinde birbirleriyle hem rekabet eden hem de birbirlerinden beslenen iki büyük güç olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Batı, coğrafi keşiflerle birlikte dünyanın geri kalanına hâkim olma arzusunu ve gücünü pekiştirmiş, zamanla kendisini “uygar” olarak tanımlayarak Doğu’yu bir öteki olarak konumlandırmıştır. Ancak, tarih bize gösteriyor ki Batı’nın yükselişi, Doğu’nun mirasına dayanıyor. Bilim, teknoloji, sanat ve felsefe alanında Batı’nın elde ettiği birçok başarı, Doğu’dan alınan bilgilerin üzerine inşa edilmiştir.

 

Batı medeniyeti, Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu’nun düşünsel mirası üzerine inşa edilmiş bir uygarlık olarak kabul edilir. Bu medeniyetin gelişim süreci, özellikle Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. Batı, bu dönemlerde akıl, bilim ve birey merkezli bir dünya görüşünü benimsemiştir. Bu gelişmelerin ardından Batı, kendisini ilerici ve modern olarak görmeye başlamış, Doğu’yu ise geri kalmış ve ilkel olarak nitelendirmiştir. Ancak, bu dünya görüşü ve tarihsel anlayış, özellikle günümüzde daha çok ortaya çıktığı üzere Batı’nın tarih yazımında Doğu’nun katkılarını büyük ölçüde göz ardı etmesine neden olmuştur.

 

Batı’nın düşünsel dünyası, antik dönemde Yunan felsefesinin etkisiyle şekillenmeye başlamıştır. Yunan filozofları, dünyayı anlamak için aklı ve mantığı ön planda tutmuş, doğa olaylarını mitolojik açıklamalardan çıkararak bilimsel açıklamalar getirmeye çalışmışlardır. Ancak bu süreç, yalnızca Batı’ya özgü bir gelişme değildi. Aynı dönemlerde Çin ve Hint medeniyetlerinde de benzer bilimsel ve felsefi arayışlar mevcuttu. Doğu dünyasında özellikle İslam medeniyetinin Altın Çağı olarak bilinen dönemde, Batı’nın ortaçağ karanlığında olduğu zamanlarda bilim ve sanat oldukça gelişmişti. Bu bağlamda, Batı’nın bilimsel ve kültürel gelişimini salt kendi iç dinamiklerine bağlamak yanıltıcı olacaktır.

 

Coğrafi keşifler döneminde Batı, yeni topraklar keşfetmiş ve bu topraklarda yaşayan halkları “yabani” olarak nitelendirerek kendi medeniyet anlayışını üstün görmeye başlamıştır. Bu süreçte Batı’nın karşısına çıkan her yeni topluluk, kendi değer yargılarıyla ölçülmüş ve çoğunlukla ilkel ya da geri kalmış olarak değerlendirilmiştir. Doğu medeniyetleri de bu süreçte benzer bir kaderi paylaşmış, Batı kendisini uygar, Doğu’yu ise uygar olmayan bir dünya olarak kurgulamıştır.

 

Batı’nın yükselişinde önemli bir yere sahip olan Rönesans, genellikle Batı’nın kendi iç dinamikleriyle açıklanır. Ancak, bu dönemin en büyük etkenlerinden biri, İslam dünyasından Batı’ya aktarılan bilimsel ve felsefi birikimdir. Ortaçağ boyunca İslam dünyasında matematik, tıp, astronomi ve felsefe alanlarında yapılan çalışmalar, Batı’ya büyük katkılar sunmuştur. Bu çalışmalar, özellikle Endülüs üzerinden Avrupa’ya geçerek Batı’nın bilimsel devrimlerinin temelini oluşturmuştur.

 

Örneğin, cebir kelimesi Arapça kökenlidir ve bu alan İslam bilim insanları tarafından geliştirilmiştir. Matematik alanında önemli buluşlar yapan El-Harezmi, Batı’daki matematiksel gelişmelerin önünü açmıştır. Aynı şekilde, tıp alanında İbn Sina’nın eserleri Batı’da yüzyıllar boyunca temel başvuru kaynağı olmuştur. İbn Sina’nın “El-Kanun fi’t-Tıbb” adlı eseri, Batı’da tıp eğitiminin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir.

 

Ayrıca, Batı’da ünlü Rönesans ressamları ve mimarları tarafından kullanılan perspektif tekniklerinin, İslam dünyasında yüzyıllar öncesinde uygulanmaya başlandığını da belirtmek gerekir. Çin’de ve İslam dünyasında çok daha önce kullanılan matbaa, Batı’da ancak 14. yüzyılda kullanıma girmiştir. Bu tür örnekler, Batı’nın tarihsel üstünlük iddiasının ardında Doğu’nun büyük katkılarının yattığını gösterir. Ancak bu katkılar, Batı’nın tarih yazımında genellikle görmezden gelinmiştir.

 

Batı, tarihsel süreç içinde bireycilik üzerine kurulu bir medeniyet inşa etmiştir. Özellikle Fransız Devrimi ile  birlikte birey hakları ve özgürlükler Batı dünyasının temel değerleri haline gelmiştir. Ancak bu bireycilik anlayışı, Batı’nın kendisi için geçerli olan bu değerleri diğer toplumlara da dayatmasına neden olmuştur. Batı, birey merkezli dünya görüşünü üstün bir değer olarak görmüş ve bu anlayışı diğer medeniyetlere empoze etmeye çalışmıştır. Bu süreç, Batı’nın sömürgeci politikalarının ideolojik zeminini oluşturmuştur.

 

Batı’da bireyin yüceltilmesi, bireysel özgürlüklerin ön plana çıkarılması ve ulus-devletlerin yükselmesiyle birlikte, diğer kültürlerin kolektivist yapıları dışlanmış ve baskı altına alınmıştır. Batı’nın birey anlayışı, diğer toplumlarda var olan topluluk odaklı değerler sistemini zayıflatmış ve toplumsal yapıları bozmuştur. Bu süreçte, Batı dışı toplumların kimlikleri de Batı’nın gözünde geri kalmış ya da ilkel olarak sınıflandırılmıştır.

 

Bugün insanlık, Batı’nın dayattığı bireycilik ve kimlik temelli dünya görüşünün sınırlarına ulaşmış durumda. Küresel ısınma, çevresel yıkım, toplumsal eşitsizlikler ve artan çatışmalar, mevcut dünya düzeninin sürdürülemez olduğunu gösteriyor. Bu noktada insanlık, yeni bir düşünsel paradigma geliştirmeye ihtiyaç duyuyor. Bu yeni paradigma, sadece Batı ya da Doğu’nun değil, tüm insanlık birikiminin ortak katkıları üzerine inşa edilmelidir.

 

Bu paradigma, doğaya ve tüm canlıların haklarına saygı gösteren, insan hakları ve adaletin merkezde olduğu bir dünya düzeni olarak tasarlanmalıdır. Batı’nın bireycilik ve kimlik temelli yaklaşımının yerine, daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir dünya anlayışı getirilmelidir. Doğu medeniyetlerinin tarih boyunca geliştirdiği toplumsal dayanışma, kardeşlik ve doğaya saygı gibi değerler, bu yeni paradigmada önemli bir yere sahip olabilir.

 

Yeni bir paradigma geliştirme ihtiyacı, yalnızca birey odaklı değil, toplumun ve doğanın bir bütün olarak ele alındığı bir dünya görüşünü zorunlu kılıyor. Bu dünya görüşü, toplulukların, doğanın ve insanın bir arada var olabileceği bir denge üzerine kurulmalıdır. İnsanlık, geçmişin hatalarından ders alarak, geleceği birlikte inşa etmelidir.

 

İnsanlığın geleceği, geçmişin hatalarından ders alarak, daha adil, daha eşitlikçi ve daha doğaya uyumlu bir dünya düzeni inşa etmekle mümkündür. Bu süreçte Doğu ve Batı medeniyetlerinin birikimlerini bir araya getirmek ve insanlığın ortak mirasını esas almak büyük önem taşımaktadır. Geleceği birlikte inşa etmek, insanlığın en büyük umudu olmalıdır.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page