Hindu kutsal kitabından alıntıladığı “İşte ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi” sözüyle akıllarda yer buldu Robert Oppenheimer. Öncesindeki ve sonrasındaki tüm fizikçilerden bir şekilde ayrılmayı ve özel bir kişilik olarak tanınmayı başardı. Kendisinin çelişkili hayatı ve yaptıkları, anlaşılmasını daha da zor hale getirdi ve ortaya bir bilim insanından ziyade bir Hint prensini andıran bir karakter çıktı: Atom bombasının babası, dünyaların yok edicisi.
Oppenheimer’ın çelişkilerini tek bir zihinde toparlayabilmek oldukça zor. Çünkü hayatında yaptıklarını ve düşündüklerini sıraladığımızda neredeyse devamlı bir salınım durumunda olduğunu görüyoruz. 12 yaşında jeoloji üzerine konuşma yapmaya davet edilen, gençliğinde “yeni fiziği” aramak için Avrupa’yı dolaşan, daha sonra bulduğu bu yeni fiziği Amerika’ya getiren, komünist düşünceleriyle devamlı devlet gözleminde bulunan, romantik hayatını stabil bir hale getiremeyen, öğretmenini öldürmeye çalışan, melankolik ruh halinden çıkamayan, yüksek miktarda tütün kullanan ve on binlerce insanın ölümünden sorumlu bir bombayı insanlığın kullanımına sunan bu adam standart bir şekilde anlaşılamazdı zaten. Aynı dönemlerde yaşamış ve çalışmış diğer bilim insanlarının, diğer fizikçilerin bu skalada bir hayat sürmediklerini bildiğimize göre şu soruyu sorabiliriz: Neydi bu adamın derdi?
Gerek filmde gerekse gerçek hayatında kendisiyle ilgili en çok vurgulanan ve en önemli noktalardan biri, doğu felsefesine duyduğu derin ilgi. Nitekim kendisinin Hint kutsal metinlerini orijinal dilinde okumak için Sanskritçe öğrendiğini de biliyoruz. Bu kutsal metinlerden hem kendisinin en çok üzerinde durduğu, hem de yaptığı alıntıyla akıllara kazınan Bhagavad Gita, özellikle incelenmeye değer.
Bhagavad Gita anlam üzerine bir sorguyla başlar. İnsanın iki yanını, alt ve üst benliğini, ilkel ve gelişmiş yönünü, ileriyi ve geriyi temsil eden iki akraba gücün savaşıyla: Kuravalar ve Pandavalar. Kuravalar ilkelliği ve kaosu, Pandavalar ise gelişmişliği ve düzeni simgeler. Ordular yerlerini almış ve savaşmaya hazırken, Pandava ordusundan Prens Arcuna, arabacısı Krişna’ya kendisini iki ordunun tam ortasına getirmesini ve orada durmasını söyler. Düzen ve kaosun ortasında bir yerde, ölmenin ve öldürmenin anlamını sorgulayacak olan Prens, tıpkı Oppenheimer gibi yolunu kaybetmiş görünür.
Bu savaşın akrabalarını öldürmesini gerektireceğini bilen Arcuna, bunun ona nasıl bir şan kazandıracağını bilemez. Savaşmaktan vazgeçmek üzeredir ki önemsiz görünen arabacısı Krişna kendisine hayatın anlamı üzerine öğütler ve bilgiler vermeye başlar. Nitekim bu önemsiz arabacı Krişna, zaman geçtikçe daha kutsal bir varlık olduğunu belli edecek ve en sonunda kendini tanrıların tanrısı olarak tanıtacaktır.
Kendinden ve ne yapması gerektiğinden emin olamayan Prens, zamanla arabacısını daha dikkatli dinlemeye ve söylediklerine daha çok değer vermeye başlar. Krişna, kendisine korkaklık etmemesini, görevini yapmasını söyler. Görevini yapması için akrabalarını öldürmesi gerektiğini tekrar tekrar vurgulayan Prensin aldığı tek cevap onların zaten defalarca öldüğü ve bu ölümden sonra da tekrar dünyaya gelecekleridir.
Komünist ve enternasyonalist fikirleriyle bilinen Oppenheimer’ın içinde bulunduğu ikilem böylelikle daha iyi anlaşılır. Bir tarafta akrabalarını öldürmesi ve görevini yerine getirmesini söyleyen bir “tanrı”, diğer tarafta bunun yanlış olduğu konusunda ısrar eden vicdanı vardır. Tıpkı bir taraftan atom bombasının gerekliliği konusunda kesin olan Amerikan hükümeti ve diğer taraftaki Oppenheimer’ın vicdanı gibi. Bu bağlamda değerlendirildiğinde -ki bu benim naçizane görüşümdür- ünlü alıntının çoğunlukla yanlış anlaşıldığı görülür. “İşte ben ölüm oldum”, Tanrı Vişnu olarak kimliğini açıklayan Krişna’nın Arcuna’yı ikna etmek için çok kollu formuna geçtikten sonra söylediği sözdür bu. Ve bu bağlamda, Oppenheimer ölüm olan Vişnu değildir, akrabalarını öldürmek için ikna edilmiş Prenstir sadece. Savaşın amacı veya sonucu değildir. Vişnu’nun isteği üzerine -ki bu benzetmede Vişnu Amerika Devleti olur- silah olarak kullanılan biridir. Savaştan sonra da devlet tarafından rahat bırakılmaması silah olarak rolünü pekiştirir. Fakat kitaptaki Prensin aksine, ikna olması vicdanını susturmamıştır. Tam da bundan dolayı yarattığı gücün yıkıcı potansiyelini birinci elden deneyimledikten sonra kullanımını sınırlandırmaya ve engellemeye çalışır.
Çok daha büyük yıkımı engellemek için nispeten küçük bir yıkım yaratmak. Hem Vişnu’nun hem de Amerika’nın kararı bu yöndedir. Bu küçük yıkımı yaratacak olanlar ise Prens Arcuna ve Robert Oppenheimer’dır.
Bu onun dünyanın yok edicisi değil, kurtarıcısı olma yoludur. Robert Oppenheimer, insan doğasının karmaşıklığını çelişkileriyle simgeleyen bir karakterdir ve hikayesi, insanın iç çatışmalarını ve insanın kaderini anlama yolculuğunu yansıtır. Sonuçta büyük bir yıkımı önlemek için küçük bir ölüm yaratmayı seçti. İşte bu, trajediyi anlatan kutlu ezgiydi.
Robert Oppenheimer'ın antik Yunan mitolojisindeki gururlu Prometheus'la benzerlikleri de vardır. Mitolojide Prometheus, insanlara bilgi getirdiği ve ateşi çaldığı için Zeus tarafından zincirlerle cezalandırılmıştır. Bu efsane insanlığın ilerlemesini ve bilgiye olan susuzluğunu simgelemektedir. Oppenheimer'ın da bilgiye aç bir zihni vardı ve bu bilgiyi atom bombasını geliştirmek için kullandı.
Ancak bu benzerlik bilgi edinme arzusuyla sınırlı değildir. Hem Prometheus hem de Oppenheimer getirdikleri bilginin sonuçlarından ahlaki olarak sorumluydular. Prometheus insanlara ilerlemeleri için ateş verdi ama aynı zamanda ateşi kötüye kullanmanın sonuçlarıyla da yüzleşmek zorunda kaldı. Oppenheimer atom bombasını geliştirerek savaşın sona ermesine katkıda bulundu ancak aynı zamanda bombanın yıkıcı gücüyle de karşı karşıya kaldı.
Zincire Vurulmuş Prometheus’un öğretileri, bilginin gücü ve ahlaki sorumluluğun karmaşıklığı üzerine derin düşüncelere yol açıyor. Prometheus insanlığa verilen bilgiyi kullanmanın sonuçlarıyla yüzleşirken Oppenheimer, bilimin savaşa hizmet etme potansiyelinin sert gerçekliğiyle karşı karşıya kaldı. Hem entelektüel hem de güçlendirici bu zorlayıcı deneyimler, insanlığın ilerlemesinin ve ahlaki sorumluluğun karmaşıklığını anlamamıza yardımcı olur.
Bu, bilgi ve güçle birlikte gelen ahlaki sorumluluğun önemini vurgulamaktadır. İnsanlar zengin bir bilgi ve güce sahip olduklarında, bu gücü nasıl kullanacakları konusunda etik kararlar vermek zorundadırlar. Prometheus ve Oppenheimer bu kararları alırken zor karşılaştırmalar yapmak zorunda kaldılar.
Ayrıca doktrin, insanlığın ilerlemesi ve teknolojik gelişmeden kaynaklanan etik sorunları da ele almaktadır. Oppenheimer'ın atom bombasının geliştirilmesine yaptığı katkı, bilimsel ilerlemenin insanlığa hem büyük faydalar hem de büyük tehlikeler getirebileceği gerçeğini yansıtıyor. Bu, bilim insanlarının ve liderlerin teknolojik gelişmelerle uğraşırken etik açıdan dikkatli olmaları gerektiğini vurgulamaktadır.
Özetle Zincire Vurulmuş Prometheus ve Bhagavad Gita'nın öğretileri, Robert Oppenheimer'ın hayatındaki zor kararlarını ve ahlaki sorumluluklarını daha iyi anlamamıza yardımcı olur. İnsanların bilgi ve güçle ve ölümün gerekliliğiyle baş etme biçimi, bu öğretilerin ortaya çıkardığı zorlu soruları ve derin yansımaları içerir. Bu öğretiler, bilim ve teknolojinin insanlık üzerindeki etkisinin anlaşılması açısından önemli bir rehberlik sağlamakta ve insanların bu gücü nasıl kullanacakları konusunda daha bilinçli kararlar almalarına yardımcı olmaktadır.
Yorumlar