YA SİZ ?
( Bizim Hikayemiz – 7 )
” Veysel Atılgan Anısına”
İnsanlık organize çoğulluklar içinde gelişti ve toplumsallıklar yarattı.
“ İnsan doğayı değiştirirken aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir “demiş Marx.
Marx evrenin yarattığı doğal durum ile insanın yarattığı kültürel durumu emek kavramı içinde sentezlemişti.
Marx’a göre iş ve emek farklı kavramlardır, iş enerji üretmek için enerji tüketir.
Emek ise kavramsallaştırılan ve planlanan, tükettiği enerjiden daha büyük enerji üreten bir süreçtir ve iradeye, bilgiye ve anlama dayalıdır.
İş ve emek kavramlarını birbirine üretim kavramı bağlar ve üretim ise kapalı ve dar toplumsal yapılarda değil açık ve geniş toplumlarda gelişir.
Bu genişliği ve açıklığı sağlayan en önemli unsurlardan biri tarih boyunca suydu.
Sulama sistemlerini geliştirerek artı değer yaratan Mezopotamya Halkları Akadlardan itibaren bu artı- değer birikimine yaslanarak devletler oluşturmaya başladılar.
Bu durum Sasaniler döneminde doruğa ulaştı.
13. yy. Moğol İstilasıyla Mezopotamya sulama istemleri tahrip edildi ve bölge giderek yoksullaştı.
Benzer biçimde Avrupa’da Sen ve Ren Nehirleri, Thames Nehri, Tejo Vadisi, Po Vadisi Mezopotamya’dakine benzer bir artı değer oluşumuna katkı sundular.
Avrupa’da ormanların tarıma açılması bin yıl sürdü, orman ile çiftlik arasındaki denge MS. 1000’li yıllara kadar yetiştiriciler lehine gelişmedi.
Tarımsal merkezler oluşması, askeri gücü tahkim etmeye, bu da ırmak ve deniz yoluyla yapılan ticaretin gelişmesine yol açtı.
Ticaret’te gelişerek panayırları yarattı, Champange Panayırı bunlardan biriydi.
Akdeniz’den mal getiren İtalyan Tüccarlarla, Kuzeyli Tüccarlar bu panayırlarda buluştular.
Buradan Hansa Kardeşliklerinin ticaret birlikleri doğdu.
Swabia Birliği, Rhenish Birliği, On Yedi Şehir Kardeşliği Birliği bunlardan bazılarıydı.
Birlikler merkantil federatif bir yapı oluşturmanın yolunu açtılar, bu zenginliğin malları dağıtan birliklere akması demekti.
Dış ilişkilerde de bir merkeze ihtiyaç duyuldu, bu merkez Akdeniz’e yakın Avrupa’nın ortasında her yere dağıtım yapılabilecek bir üs olmalıydı.
Bu ihtiyacı karşılayabilecek üssün adı İsviçre idi.
İşviçre malların toplanıp dağıtıldığı bir merkez olması nedeniyle konfederetif bir yapı olarak gelişti.
Günümüzde İsviçre’nin tarafsızlığına ve dünyadaki finansal üslerden biri olmasına bir de bu gözle bakılmalı.
Doğu’daki gelişmelerde de suyun vazgeçilmez bir önemi vardı.
Çin’de devletleşme Mezopotamya ve Avrupa gibi tarımın artı-değer üretebildiği Ching ve Wei ırmak bölgelerinde, Fen Irmağı ve Sarı Irmak etrafında gelişti.
Çin düzenli dağıtılmış su kaynaklarını artırdı ve tıpkı Avrupalı tarımcıların yaptığı gibi kesme yakma yöntemiyle sürekli tarım arazileri oluşturdu.
Su sistemleri sürekli Kuzeyden işgal edilen Çin’in bu yıkımlara direnmesine hatta gelişiminin süreklilik göstermesine yol açtı.
Hegel Çin için “ Tekrar eden kurallar ülkesi” der, ritmler ve örüntüler Çin yönetselliğin en önemli özelliklerinden olmuştur hep.
Hindistan’da ise su-uygarlık ilişkisi Ganj Vadisi’nde ve Bihar, Bengal bölgelerinde gelişti.
Suyun yeterince başat olmadığı yelerde de kimi zenginlikler oluşabildi.
Bu durum ulaşım sistemlerinin gelişmişliğine bağlı oldu, örneğin çölde ticaret ancak “ Çöl Gemisi “ lakabıyla anılan develerin etkin olduğu dönemlerde gelişebildi.
1400 yıllarda kervan ticareti en ihtişamlı dönemini yaşıyordu.
Su veya başka bir ulaşım yöntemi ile gelişen ticaret gitgide hızlanıyordu.
Bu Ticaret Rotaları’nda önceleri seçkin mallar taşınıyordu, sonraları her çeşit mamul mal taşınır hale geldi.
Tabii ki bu durum karşıtını da besledi, eşkiyalar, haydutlar, yağmacılar, asiler ortaya çıktılar.
Şaşırtıyorlar, baskın yapıyorlar, pusu kuruyor, yağmalıyorlardı, sular ve ticaret gibi onlar da çok hareketliydiler.
Planlı hareket her zaman birikim yaratmak için temel bir unsurdu ve yağmacıların en önemli kusurlarından biri üretim faktörünü göz ardı etmeleriydi.
Ticaret konusunda çok hevesli olmayan, erk oluşturma kapasitesini başka bir düzenekle organize eden bazı halklar vardı.
Bu halklardan biri de Türklerdi, Türkler bozkır savaşçılarıydı.
Sınır boyları onların en verimli savaş alanlarıydı, İslamiyet’i kabul edip yayarken bu özellikleri öne çıktı, ayrıca sınır tanımaz, yıkıcı savaşçılardı.
Türklerin bir kolu Oğuzların boylarından biri olan Osmanlılar Horasan’daki Merv Sehri’ndeki otlakları elinde bulunduran bir topluluktu.
Selçuklularla ilişkileri onları yağmacı bir uç beyliği haline getirdi ve Cihat- Gaza kültürleri onların Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemelerine sebep oldu.
Şimdi üç tarafı denizlerle çevrili bir coğrafya’da yaşıyorlar ve bir ikilem içindeler.
Savaşçı, askeri, sert, kapalı devre, içsel bir toplum olarak mı yaşayacaklar ?
Barışçıl, bilimsel, akışkan, açık sistemler kurabilen, dışsal bir toplum olarak mı yaşayacaklar ?
Eğer ikinci yolu seçerlerse üretim odaklı ve emekten yana yeni bir eğitim, bilim, kültür, sanat paradigması tahayyül etmek, planlamak ve uygulamak zorundalar.
Ve bu seçimi yapmak devletin var oluşuna ters olduğu için toplumun bu seçeneği geliştirmesi gerekiyor.
Bu da toplumsal gelişmenin öncülerine yani ilericilere ve devrimcilere yeni görevler yüklüyor.
İlericiler ce devrimciler Konfüçyüs’ün dediği gibi “ Karanlıktan şikayet edeceğinize bir mum da siz yakın” sözünü temel almalılar.
Türkiye’deki mitinglerde yıllarca söylenen” Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakıyoruz. Ya siz ?” sloganına hiç bu kadar ihtiyacımız olmamıştı.
Çocuklarımız ateşe uçan pervaneler gibi yok olurken onlara onurlu bir gelecek bırakıyor muyuz ? diye düşünmeliyiz.
Hepimiz gelecek kuşaklar adına üstümüze düşen tüm sorumlulukları yerine getirebildik mi ? sorusunu cesurca yanıtlamalıyız.
Opmerkingen