İnsanoğlu, bu gezegende bildiğimiz haliyle var olduğundan beri yaratmayı sürdürüyor. Hatta artık takıntı derecesine gelen bu durumun sonucu olarak yaratacak yeni formlar bulmaya başladık. Peki neden yapıyoruz bunu? Neden tüm hayatımızı bir şeyleri var etmeye çalışarak geçiriyoruz?
Akla gelebilecek ilk cevaplardan biri Tanrı’yı taklit ettiğimiz olacaktır. Gerçekten de, günlük hayatımızın pek çok anında kendimizi Tanrının yerine koyduğumuzu düşünebiliriz. Yargılama yetisine, güce kavuşmayı isteriz ve gerekirse, yok etme hakkını da görürüz kendimizde. Tanrının bizi ve etrafımızdaki her şeyi yarattığını düşünerek biz de bir şeyler yaratmaya çalışırız. Belki onun planını geliştirmek niyetiyle yapılan bir şeydir bu, belki de onun eserini onun elinden almaya ve kendimizin yapmaya çalışırız. Belki de var etmenin ateşini çalmaya, kendimizi yeni tanrılar yapmaya çalışırız. Yaratıcıyla rekabet ederiz ve hatta zaman zaman kendimizi ondan üstün görürüz belki, onun yaratmadığı şeyleri yarattığımız için. Fakat zayıf düştüğümüzde hızlıca teslim oluruz, afet zamanlarında insanın ne kadar aciz olduğundan bahsetmeye başlarız, ama hepimiz içimizde Tanrıya özenir ve hatta ondan daha iyi olduğumuzu düşünürüz.
Gerçekten de Tanrı, insanın yaratma arzusunu incelerken kullanılabilecek belki de en iyi örnek. Yaratımın büyük ölçeğinde Tanrıyı ve kendimizi rahatlıkla doğru yerlere yerleştirebiliyoruz. Peki ya Tanrıyı da biz yarattıysak? O zaman özendiğimiz bu “varlık” kim oluyor veya neyle rekabet ediyoruz?
Sanatımızın ve bilimimizin, bizi farklı kıldığını düşündüğümüz zihnimizin en nadide ürünlerinin geçmişine baktığımızda Tanrı özentisinin sürekli olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. İster yaratıcısından nefret eden Frankenstein’ın canavarı olsun, ister kumlara gömülmüş haldeki Ozymandias; ister ateşi çalan Prometheus, ister dünyaları yok eden Oppenheimer olsun, insan devamlı olarak Tanrı’ya benzeme gayreti içinde. Bu gayret, kimi zaman yaratma, kimi zaman da yok etme dürtüsünü barındırıyor içinde. Ve bütün bu gayret, Tanrıyı insanı yaratan ve tanım gereği ondan üstün olan bir varlık olarak tanımladığımızda, bir babayla oğulun ilişkisine benzer bir yere oturabiliyor. Bir tarafta yaratıldığı için minettar olan ama artık kontrolü devralmak ve kendisi yaratmaya başlamak isteyen insan, diğer tarafta yaratımını kontrol altında tutmak ve çevresine zarar vermesini önlemek isteyen Tanrı. Ve yaratımın kontrolünü elde edemeyen insan, bir şekilde yaratıcısına benzeme gerekliliğiyle yok etmeye girişir. Bu çok daha mümkündür çünkü, ve özel bir yeterlilik gerektirmez. Babasına benzemeye çalışan insan, onun tersi olarak da aynısını yapabileceğini düşünür. Ve bu şekilde şeytanı yaratır.
Belki de bu düşünceden, insanın tanrıyı ve şeytanı yaratırken kendisini baz aldığı sonucu çıkabilir. İnsan kibirlidir. Günümüzün “modern” dünyasında bilimsel olarak evrendeki yerinin ne kadar küçük olduğunu bilen insan bile, başkasının yaptıklarını kabul etmeye yanaşmaz. Peki o zaman nasıl çok daha ilkel, kendisini evrenin merkezinde gören insan etrafındaki her şeyin kredisini algılayamadığı varsayımsal bir varlığa verdi? Çünkü korkuyordu. Korkuyordu, çünkü anlayamıyordu etrafında olanları. Çünkü bilgisizdi.
Fakat biz biliyoruz. Elbette hala bilmediğimiz çok şey var, hatta bildiklerimizin daha büyük ölçekte ceviz kabuğunu doldurmayacağı bile söylenebilir; ama artık bilmediğimizi biliyoruz ve belki de daha önemlisi, artık bilmek için bir yöntemimiz var: bilim. Ve bu yöntemle, insan artık kendisini yöneten bu taklit döngüsünü kırabilir; hayatının sorumluluğunu ve kontrolünü kendinden hareketle yarattığı bir varlık yerine bizzat kendine geçirebilir.
Ve tüm bu gelişmeler, insanın yaratım arzusunda bazı değişimlere neden olmalıdır. Yarattıklarının yavaş yavaş canlılık özelliklerini sergilemeye başlamasıyla beraber, insan tam anlamıyla tanrı fikrine oturmaktadır ve bu, insanın tanrıda eleştirdiklerini değiştirmesi için bir fırsattır. Klonlama teknolojisinin ve robotiğin gelişmesiyle insan, artık olmayandan var edebilecek güce yaklaşmaktadır. Tüm bu gücün getirdiği ve getireceği sorumluluk, belki de evrenimizde görülmemiş bir uygarlığa kapı aralama ve kısa süre içinde kendini boğma olasılıklarına eşit uzaklıkta durmaktadır.
Tam bu noktada, artık yaratabilen ve yok edebilen insan, hangisini nerede yapacağını belirlemeli ve sonunda binlerce yıllık yanlışlardan sıyrılıp doğru bir yaratıcı-yaratılan ilişkisi ortaya koyabilmelidir. Bunu yapabilmek için de önce kendini tanımalı ve aklını kullanmaya cüret etmelidir.
Comments