Dünya zordur.
Böylesine karmaşık bir evrende yaşamak için sürekli karar vermemiz gerekir.
Bu yüzden herkes tavır alır, taraf tutar ve karar verir.
Eylemlerimizin, olayların sertliği; yargı gerektirir.
Hepimiz yargılarız veya yargıçlar bekleriz.
Yargı ve karar gereklidir.
Seçmek de yargılamaktır.
Üstelik seçme anını da seçmemiz gerekir çoğunlukla.
Fakat gelgelelim yargılamadan daha tehlikeli bir şey yoktur çünkü böylelikle kendimizi de yargıya açmamız gerekir.
Yargı net olmalıdır; yargıç konumu şoku, sürprizi, şaşkınlığı ve beklentiyi dışlar.
Potansiyellerimizin keşfi ile olasılıktan eyleme geçeriz.
Karar verme, yargılama ve taraf tutma tavırlarımızı potansiyelimiz yani gücümüz belirler.
Ne kadar güçlüysek o kadar çok ve yoğun karar veririz.
Çocuklar ve kadınlar yeterince güçlü değildirler ve bu nedenle karar verme, yargılama hakları yoktur çoğu kez bize göre.
Ancak onlar saflıkları nedeniyle olayları daha sade algılayabilirler, bakabilirler ve bakarken korkmazlar.
Kralın çıplak olduğunu hepimizden daha iyi görürler.
Yanılsama ve hakikat, iktidar ve güçsüzlük oyununda rollerini çoğunlukla doğru oynarlar.
İlk varoluşumuzdan bu yana oynayarak, taklitle kendimizi aştığımızı sandığımız dönemler onlar için psikolojik olarak henüz bitmemiştir.
Onlar kirlilikleri hepimizden daha iyi fark edip süzerler, bu nedenle kendilerinin daha fazla farkındadırlar.
Hepimizin söylemeye çalıştığı “ Seni kale almıyorum “ demeyi başarırlar, otoriteyi pasif direnişle karşılarlar.
Lefebvre “ Aşina olunan bilinemez” demiş.
Onlar aşina olanı görürler, anlarlar ve gizli bir dille, özellikle gözleriyle bize fısıldarlar.
Kolay itaat ettikleri varsayıldığından, ezenler onların asla unutmadığını fark edemezler.
Suskunlukları duymasını bilenler için birer çığlıktır.
Brecht bu çığlığı duyanlardan biridir, ters imge yoluyla onlardaki gizil enerjiyi açığa çıkarmak ister.
Çocukluğumuzun saflığını, hayat süzgecinden geçirip bize geri vermek ister.
Tabii ki bizi yeni ve daha yüksek bir kültürel düzeye ulaştırmış olarak.
Onun yarattığı epik tiyatro aslında bir sokak okuludur.
Epik tiyatroda yargı seyirciye bırakılarak seçime zorlanır, tiyatro oyunda da karar vermek gerekir.
Böylece eylem seyircinin içine taşınır, seyirci kendini kendinden kopartılmış hisseder.
Gündelik hayatı ile arasında bir mesafe oluşur, anlaşmazlık ve uyumsuzluk onu tedirgin eder.
Tiyatrodan arınmış bir şekilde değil, karar vermenin sorumluluğu ile gergin çıkmalıdır seyirci.
Ve ancak doğru karar verebildiğinde, evrendeki konumunu yeniden belirleyip ilk saflığına, çocukluğuna geri döner.
Böylece döngü tamamlanır, doğal insan, gündelik hayat cehenneminden geçerek, kültürel insana yani yeni insana varır.
Safken kirlenmiş ve işte şimdi yeniden arınmıştır.
Artık karar verebilecek ve dünyayı göğüsleyebilecektir.
Kendinden kaçmayacak, kendi sorumluluğunu almaktan korkmayacaktır.
Hata yapmaktan çekinmeyecek, risk alabilecek, inisiyatif kullanabilecek, potansiyellerini açığa çıkaracak, karar verecek ve tabii ki yargılayacaktır.
Brecht yabancılaşmayı aşan tüm zihinler gibi zamanı kavramıştır.
Zaman insan için, gündelik hayatımızın çalışma, boş vakit ve yaşanan anlardan oluşmasıdır.
Çalışma, yaşamımızı devam ettirmek için temeldir, peki ya boş zamanı nasıl ele almamız gerekir?
Dünyada herkese eşit şekilde verilmiş olan tek şey zamandır ve hepimiz zaman karşısında eşitizdir.
Zamanı kullanma biçimlerimiz ise eşitsizliklerin temelidir.
Kimimiz çalışmak, kimimiz dinlenmek, kimimiz eğlenmek ister bu zaman dilimlerinde, kimimiz zamanı doldurmaya kimimiz boşaltmaya çalışır.
Modern uygarlık parçalı çalışma ile birlikte genel bir boş zaman ihtiyacı doğurdu.
Kapitalizm bize boş zaman makineleri, oyuncakları olarak, önce radyoyu, sonra televizyonu ve son olarak cep telefonunu verdi.
Önce kulaklarımızı, sonra gözlerimizi ve son olarak hem gözümüzü hem de kulağımızı hedef aldı.
Hepimiz artık birer ekran insanıyız.
Eskiden çalışırken söylediğimiz iş türküleri, iş ile eğlenceyi kaynaştırıyor ve birleştiriyordu.
Günümüz iş kültürü de tam zıddı biçimde iş ile boş zamanı kesin çizgilerle ayırıyor.
Eskiden işin oyunla birleşmesi işi ne kadar kolaylaştırıyorsa, şimdiki oyun kültüründen yoksun işlerimiz de o denli sıkıcı.
Doğayla ilişkili bütünsel hayatlarımızı kaybettiğimizden bu yana, ne uykumuz, ne yeme içme kültürümüz, ne eğlencelerimizin tadı tuzu yok.
Gerçek ve doğru zamanlarda yapabildiğimiz dinlemenin, gevşemenin, oynamanın hatta oyalanmanın keyif verici yanlarını unuttuk.
Kapitalist bir ifade ile “Relax“ olamıyoruz artık çünkü “Relax“ olmanın da bir tekniği ve metodu var.
Ve tabii ki kapitalizmin bize sunduğu spor salonları, güzellik merkezleri, AVM'ler, kafeler, kahvaltılar, arabalar, giysiler düzeneğinden oldukça farklı bir yöntem ve teknik gerektiriyor gerçek boş zaman etkinlikleri.
Tüketirken tükendiğimiz bu kapitalist uygarlık bizi genişliğe, sonsuzluğa hapsediyor.
Her şeyi yapabilirsin dendiğinde hiçbir şey yapamayan, serbestliği özgürlük olarak anlayan bu insan tipolojisi için, aslında boş zaman kendini kanıtlama çabası ile dolu bir cendere.
Dikkatli baktığımızda tıpkı yalanın zorluğunun sürdürülmesinin gerçekle yüzleşmekten çok daha fazla enerji gerektirmesi gibi bu rollerimizi sürdürüp kusursuzu oynamak da aynı ölçüde zor.
Doğallık adına saf yapaylık üreten bu sistem artık artık hızını yitiriyor.
Yalan zamanlar bitiyor, gerçeğe olan ihtiyaç her geçen gün artıyor.
Yabancılaşma hastalığımızı gidermeye yarayacak umut nerede peki?
Cevabı Nazım Hikmet yıllar önce vermiş:
“Yapma aylar geçer güneş doğarken
Ve güneş doğarken hiç umut yok mu?
Umut, umut, umut
Umut insanda “
Comments